21 Aralık 2009 Pazartesi

"KİN KAPISI" ve "ÇARMIHA GERİLMEK"



Rum Patriği Barholomeos ile ilgili birkaç gündür çıkan haberler var. Uzunca bir süredir içerde siyasilere, akademisyenlere ve medya mensuplarına “şirin” görünmeye çalışırken, bir yandan da içlerindeki kinin hiçbir zaman bitmeyeceğini ortaya koyan bir söylemle Amerikan CBS Televizyonu’na verdiği beyanat tartışılıyor.

Nedir bu beyanatın özeti: Tek cümle ile “Türkiye’de kendini çarmıha gerilmiş hissediyorum” ve devam ediyor “Türkiye’de ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyoruz”.

Bu söylemler ilk değil ve son da olmayacak. Bu hususta yazılacak söylenecek çok söz var. Çıkacak tek sonuç içlerinde saklanan, gizlenen “KİN

Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Grigoris Delavekuras, Fener Rum Patriği Bartholomeos'un Amerikan CBS Televizyonu’na yaptığı açıklamayı "Herkes dikkate almalı" dedi. Bu beklenen ve de bilinen tepkidir.

Yunanistan bu günkü bildiğimiz coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir ülkedir. Yunanistan; bir AB üyesi olmasına karşın kökten dinci bir ülkedir. Megali İdea’ya göre merkezi İstanbul olan “Büyük Yunanistan”ı kurmak iken bu amaç gerçekleşememiş ve 1814 Filiki Eterya ile başlayıp 1821’de –Yunanlılara göre- hüsranla biten maceradan sonra gelişen bir takım olaylar sonucunda kurulmuş bir ülkedir.

Yunanistan Anayasası’nda belki de başka bir ülkede örneği bulunmayan maddeler bulunur. Bunlardan 3. madde özetle şöyledir: “Yunanistan’ın resmi dini Ortodoksluktur, dinin başı Konstantinopolis’tedir (İstanbul)”

1789 Fransız İhtilalı’nı müteakiben, Avrupa’da Yunan hayranlığı ve “Yunancılık” akımı başlamıştır. Bunun tohumlarını atan Giritli bir Yunanlı olan ozan, şair “Rigas Ferreos”tur. Bu militan şair; Avrupa’da zemini hazır olan Yunan hayranlığını çok güzel kullanarak kendine önemli yandaşlar bulmuştur. Bu yandaşların en önemlisi ise şüphesiz Ferreos’tan fevkalade etkilenen ve Yunanlılara methiyeler içeren, lirik şiirler yazmış olan “Lord Bayron”dur. Rigas’ın attığı bu tohumlar meyvelerini kısa sürede vererek ortaya Yunan yandaşı olup Avrupalı soylulardan destek gören çeşitli örgütler yaratmıştır. Bu örgütlerin en önemlisi şüphesiz 1814 yılında Rus Çarı’nın, Odesa kentindeki yazlık sarayında toplanarak kurulan ve “Paramasonik” bir kuruluş olan “Filiki Eterya”dır. Yunan milli ülküsü olan “Megali İdea”ya göre Filiki Eterya; en kısa zamanda askeri örgütlenmesini de tamamlayarak merkezi İstanbul olan bir ihtilal yapmak ve “Büyük Yunanistan”ı oluşturmak amacı ile kurulmuştu.

Uzun zaman bir lider arayışında olan Filiki Eterya; örgütlenmesini sıkıntılı bir şekilde tamamlayabildiğinde artık 1821 yılına gelinmişti. Bu esnada, Rum Patrikhanesi; örgütün silah deposu halini almıştı. Padişah; bu durumu öğrendiğinde derhal Patrikhaneye bir baskın düzenledi ve aramalar esnasında önemli miktarda silahın yanı sıra; eyleme geçildiğinde kullanılmaya hazır çok sayıda sahte yeniçeri giysisi ele geçirildi. Patrik 5.Grigorios şu anda “Kin Kapısı” denen kapı üzerinde asıldı. İşte “Kin Kapısı” Rumlar ve Yunanlılarca sembolleştirildi ve o meşhur fetva verildi: “Bir Osmanlı Padişahı ya da bir Osmanlı veliahdı ya da bir Osmanlı şeyhülislamı burada (kapıda) asılmadıkça burası açılmasın…” . Aradan geçen 187 yıla rağmen bu kapının açılamamasındaki tek etken bu fetvadır. Yunanlı kaynaklardan öğrendiğimize göre; bu kapı ile ilgili özel bir ritüelin bulunduğu ve her patrik olanın, patrik olduğu gece bu kapının arkasında bu özel ritüele göre bir ayin yaparak bu yemini tekrarladığı ortaya konmaktadır.

Günümüzde, Rum Patrikhanesi’ne birçok ülkenin -başta Yunanistan ve ABD- devlet başkanları düzeyinde yapılan tüm ziyaretlerde; ziyaretçi yan kapıdan içeri alınır. Bu kapının açılması yönünde; geçmişte ve günümüzde Türkiye tarafından yapılan talepler ise daima nazikçe reddedilmektedir. O halde bizler de zaman zaman Rum Patrikhanesi tarafından gösterilen “sahte” iyi niyetli söylemlerine karşı şu soruyu onlara doğrultabiliriz: “mademki iyi niyetlisiniz, o halde adı “Kin” olan bu sembolü artık açınız.

Yunanistan’ın başşehri Kontantinopolis’tir” diyen bir milletten bahsediyoruz. İlköğretim yıllarından itibaren çocuklarına Megali İdea’yı aşılayan ve topraklarımızda gözü olan bir milletten bahsediyoruz. Megali İdea emellerinden olan Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümenikliği ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması hususlarında da son derece dikkatli olunmalıdır.
Maalesef; İstanbul’un bir yerinde adı gibi “KİN” dolu bir “KAPI” yüreğimizdeki bir hançer gibi 187 yıldan beri durmaktadır.

Şimdi bu kapının ardındaki kurumun başı da kinini kusmaya alenen başladı. “Türkiye’de kendini çarmıha gerilmiş hissediyorum” Bu devam edecek olan bir söylemin işaretidir.

Bu adamların her sözü her harfi dikkatle incelenmeli, irdelenmelidir. Bu uzun bir süreç için hazırlanmış, tasarlanmış bir söylemin kanımca bir parçasıdır. 1993 yılından 2007 yılına kadar, Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı’nda yöneticilik yaptım. Bu süreçte Rum Patrikhanesi ve mensupları hakkında 1996 ve 2002 yıllarında iki dava açtım. 1997 ve 2007 yıllarında bu davaların sonuçları Yargıtay’ca onaylandı ve içtihat halini aldı. 2007 yılındaki karar; bir anlamda “Ekümeniklik” iddialarının çürütülmesi için en önemli dayanak oldu.

13 Haziran 2007 tarihli bu kararın; 26 Haziran’da Anadolu Ajansına düşmesi ile birlikte uzun bir haber maratonu ve uluslararası baskılar başladı. Bu karar hakkında Yunanistan’da ve Dünya Basını’nda da çok haber çıktı. Kararın açıklanmasından bir gün sonra da Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yorgo Kumuçakos’un tepkisi geldi. Yorgo Kumuçakos’un bu tepkisinin ardından; Avrupa Birliği Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Oli Rehn basın açıklamasıyla kararı kınadı, ardından Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni ve daha birçok yabancı siyasetçi de bu karara tepki verdiler. 19-20 Eylül tarihlerinde Ankara’yı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Nicolas Burns, Rum Patrikhanesi’ne geldi ve kendisine Patrikhane hukuk danışmanları tarafından hazırlanan; bu karar hakkındaki yorumları ve ABD Başkanı’ndan istekleri içeren bir dosya verildi. Tabi dosya Bush’un masasına gitti.

Şimdi bu konularda tecrübeli biri olarak şu hususlara dikkat çekmek istiyorum:

Bu beklenen bir dalganın habercisidir ve ardından gelecek olan adımlar vardır. Bu adımların en başta gelecek olanı Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı dış baskılar artmasıdır.

Bu adamlar hiçbir sözü bilinçsiz söylemezler. Uzunca bir süredir kendilerinin ve “hukuk” danışmanlarının ağızlarına pelesenk olan bir söyleme dikkat etmeliyiz.

Biz yaklaşık 2000 yıldır bu topraklardayız” Bunun ardından “Ekümenizm” için önemli bir argüman yaratma isteği vardır. Çünkü Rum Patrikhanesi dini anlamda Ekümenik değildir. Bu tamamen teolojik bir konudur. Çok basit olarak bunun ispatı yapılabilir. Bunu başka bir yazımda ele alacağım. Bu teolojik mesnetten yola çıkıldığında 1. İznik Konsili’nden (M.S. 325) itibaren kesintisiz olarak bu topraklarda faaliyette bulunduklarının altı çizilmek istenmektedir. Bunu da bir başka yazımda ele alacağım çünkü çok önemli bir konudur.

Kesintisizlik durumu 1024 yılında bozulmuştur. 1024 yılında Haçlı Orduları İstanbul’u ele geçirdi ve Bizans 57 yıl boyunca İznik’e sığındı. Ta ki Haçlılar kendi istekleriyle ve taş üstünde taş bırakmadan çekildiklerinde geri geldiler. Tabi Patrikhane de o zaman geri geldi.

Şimdi dikkat! Bu kesintisizlik söylemi üzerine yoğunlaşmak gereklidir. Tipik bir Bizans oyunu devreye girdi. Ben her zaman siyasi erk kimin elinde olursa olsun, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılamayacağını ve esas tehlike olan Ekümenikliğin, bir anlamda Ortodoks halifeliğinin bu topraklar üzerinde kurulamayacağını savunanlardanım. Beş yıl evvel de “okul açılabilir ama!” dendi. Şimdi de aynısı söyleniyor. O “ama”nın içinde yasalar ve yönetmeliklere de uyma şartları var. Zaten o yasalara ve yönetmeliklere uymak isteselerdi YÖK Yasası çıktığında, bu yasaya uymamak için okulu kendileri kapatmaz ya da süresiz tatile almazlardı. Bu konu da maalesef “Türkiye okulu kapattı“ şeklinde söylenmektedir.

Ekümenikliğin kabul edilmesinden bir evvelki adım Ruhban Okulu’nu açtırmaktır. Dikkatli olmalıyız. Dikkatli olmalıyız, çünkü dalga dalga saldırıya uğramaya başladık. Ama endişem yok! Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu saldırılara şerbetlidir.

KİN” dolu bir “KAPI”nın ardındaki o “ses” de kinini artık açıkça kusmaya başladı.

Türkiye’de kendini çarmıha gerilmiş hissediyorum” diyerek başladı.
Uyanık olalım…




15 Aralık 2009 Salı

GURME(LİK) NEDİR?


Kendine gurme diyen çokça kişi ortalıkta dolaşıyor ve doğru olmayan tanımlamalar da kimi sayfalarda yer alıyor.  Gurme denince, nedense akla pahalı yiyecekler tüketen, zevke sefaya düşkün kişiler  akla gelir. Gurmenin burada çok uzun bir tanımını yapmak mümkün…

Ya tek kelime ile özetle denilirse bunun cevabı “tatbilir”dir.

Neden tatbilir de tat sever değil? Bu da sıkça sorulur. Tat sever tanımı içinde zaten tüketen kelimesi var. Tadı seven, yani tüketen kişi o tadın ne olduğunu bilmek durumunda değildir. Bir tadı sevmiştir ve bu sevme ile bağlantılı olarak bir yiyeceği tüketiyordur. Bazılarımızda bu çok vardır. Bir yiyeceği çok sevmek ve devamlı tüketmek…

İşte burada “tatbilir”in farkı ortaya çıkıyor. Tat bilme bir anlamda damağın tatlara duyarlı olması ile mümkündür. Bu genelde, eğitim ya da alışkanlıkla elde edilebileceği gibi kişinin farklı tatlar üzerindeki kendi yetisi ile de doğru orantılıdır.

Gurme üreten değildir. Bu yüzde bir aşçıya ya da şefe gurme demek doğru değildir. O kendi tükettiği yiyecekler üzerinde kendini tatbilir olarak tanımlayabilir, ama aşçı olduğu için gurme olamaz. Çünkü gurme tüketir. Kendisi, dostları, misafirleri için yemek yapar.  Bunları birlikte tüketir, ancak hiçbir suretle ticari amaçla yiyecek üretmez.

Gurme; geliri ile orantılı olarak elbette pahalı yiyecekler de tüketebilir. Istakoz, havyar örneği gibi…

Ancak gurmeliği hiçbir zaman sadece pahalı yiyecekler tüketen kişi olarak tanımlamamak lazımdır. Çok cüzi bir bedelle alınabilen malzemelerle, lezzet yumağı bir sofra hazırlamak mümkündür.

Gurmelikte temel bazı gıdalar öne çıkar. Peynir, et, balık, şarap, zeytinyağı ve diğerleri… Bu saydığım beş gıda türü tüm Dünya’da en öne çıkan gıdalardır.

Et ve balık sonu olmayan çeşitlilikle ve yapım usulleri ile ve de temel gıdalardan olması sebebiyle ana malzemelerdir. Peynir ki o da temel gıdalardan olup genel ve yöresel olarak sonsuz çeşitliliğe sahip ve hatta tüketilmesi bir kültürdür. Peynirde Fransa, Hollanda örneği gibi öne çıkan ve globalleşmiş çeşitlerin yanı sıra her ülkede yöresel olarak sonu olmayan çeşitler bulunur. İşte burada Türkiye’de de çok fazla peynir çeşidi bulunduğu, yöresel olarak bunun katlanarak çoğaldığı ve ayrıca ülkemizin önemli bir süt ve peynir üreticisi olduğu göz ardı edilemez.

Rokfor, gravyer, füme peynir çeşitleri gibi Dünya’da üretilen çok fazla çeşidin yanı sıra, mesela Ezine koyun beyaz peynirimiz, Kars gravyerimiz, Erzincan tulumumuz, otlu, örgülü ve buraya yazamayacağımız kadar çok geleneksel ve yöresel peynirlerimiz var. Yurdumuzda üretilen beyaz peynir, Dünya’nın hiçbir yerinde buradaki lezzette değildir.

Şarap, yine başta Fransa ile anılmakla birlikte bu gün Dünya’nın birçok yerinde çok önemli şarap üreticisi başka ülkeler de vardır. Bizde eski tekelci zihniyetten ilk kendini kurtaran alkollü içecek olan şarap üretimi çok ileri düzeydedir.  Hatta fiyat/lezzet orantısı ile yurdumuzda satın alınan kalite bir şarabın eşdeğerini örneğin Fransa’da birkaç misli bedelle alabilirsiniz. Şarap bir kültürdür. İçimi, sunumu ve elbette ki üretimi de bir kültürdür.

Zeytinyağını sona bıraktım. Bu başta Akdeniz’in, binyıllarca insana sunduğu bir nimettir. Zeytinyağı; sağlıktır, zeytin de sağlıktır ve yurdumuz çok önemli bir zeytin ve dolayısı ile de zeytinyağı üreticisidir. Yurdumuzda çok büyük işletmelerin yanı sıra butik diyebileceğimiz küçük atölyelerde üretilen ve de çok kaliteli olan zeytinyağları vardır. Zeytinyağı için bir kez daha vurgu yapmakta fayda görüyorum. Zeytinyağı sağlıktır.

Eskiden dedemin sabah bardakla zeytinyağı içtiğini anımsarım. Günümüzde zeytinyağı ve hatta tereyağı için sağlıksız diyen de çoktur. Bu sanırım diğer yağ türlerini üretenlerin yanlış yönlendirmesi olmalı. Bu doğru olsaydı dedelerimiz, atalarımız bu ürünleri bu kadar çok tüketmezlerdi. Sevindirici olan; bir zamandır artık insanların özellikle zeytinyağı mucizesini anlamaları ve sızma gibi türlerin tüketiminin artmasıdır.

Bu yukarda sayılan gıda türleri tüm Dünya’ya mal olmuş, yöresel tatlar ve üretimlerle de zenginleşmiş çeşitler. Bunlar gurmenin temel malzemeleridir.

Şimdi bana çok ters gelen “sözde” gurme söylemlerine. Bakıyorsunuz internet üzerinden gurme gıdaları sattığını iddia eden bir firmanın çeşitleri arasında “suşi” de var. Suşi sevmem, ama karşı da değilim. Bu geleneksel bir gıda türüdür ve başta Japonya olmak üzere Uzakdoğu’nun yöresel tadıdır.

Japon bir gurme kendi kültürü dâhilinde, kendi çeşidine suşiyi elbette alacaktır. Ama Türk bir gurmenin (isterse elbette ki tüketsin) suşi örneğinde olduğu gibi başka ülkelerin yöresel gıdalarını gurme kültürü diye dayatmalarını anlamak zordur.

Bir gurme olarak tam da burada; çiğ köftenin, kebap ve pide türlerinin de bizim gurme kültüründe yer almasının doğal olduğunu vurgulamak istiyorum. Buna monşer kılıklı, gurmeliği sosyeteliğe, çok para ile alınan gıdalara bağlayan, konuşmalarında sıkça yabancı kelimeler (başta Fransızca) kullanmaya özen gösteren kimileri  “çok basit” diyeceklerdir. Bu kadar suşiyi yazdık, o sadece bilinen bir örnek, Rus yemeklerini de yazabilirdik.

Aynı bağlamda düşünerek; şarap bir Dünya ürünüdür. Ama rakı ülkemize has bir üründür ve de Dünya'da eşdeğeri yoktur. Yakın ülkelerde, Yunanistan'da "uzo", Bulgaristan'da "mastika" da o ülkelerin yöresel içkileridir.

Gurme; küresel coğrafyada üretilen, temel gıdalar dışında, kendi yöresel tatlarını da bilendir, sevendir koruyandır. 

Bir başka yazıda sanırım çok az bir bütçe ile hazırlanabilecek birkaç tarif de vermek güzel olacaktır.

Lezzetiniz ve huzurunuz bol olsun…


Bojidar Çipof
15 Aralık 2009 




14 Kasım 2009 Cumartesi

BOJİDAR ÇİPOF'LA RUM PATRİKHANESİ ve BULGAR KİLİSESİ HAKKINDA BİR SÖYLEŞİ 4. BÖLÜM

BOJİDAR ÇİPOF'LA RUM PATRİKHANESİ ve BULGAR KİLİSESİ HAKKINDA BİR SÖYLEŞİ 3. BÖLÜM

BOJİDAR ÇİPOF'LA RUM PATRİKHANESİ ve BULGAR KİLİSESİ HAKKINDA BİR SÖYLEŞİ 2. BÖLÜM

BOJİDAR ÇİPOF'LA RUM PATRİKHANESİ ve BULGAR KİLİSESİ HAKKINDA BİR SÖYLEŞİ 1. BÖLÜM

ATV ADLİYE KORİDORLARI 1996 PASKALYA DAVASI




ATV TV'de, Eylül 1996'da yayınlanan ADLİYE KORİDORLARI adlı programda, Bulgar Ortodoks Kilisesi ile Rum Patrikhanesi arasindaki sorunlar ele alınıyor. Rum Patrikhanesi, 1993'ten itibaren, Bulgar Kiliselerinde yapılan ayinleri, Bulgarca olması gerekirken Rumca yapmak için baskı yapıyordu. 14 Nisan 1996'da Rum Patrikhanesi'nden akovos adlı bir rütbeli papaz ile ona yardım eden Bulgar Kiliseleri Vakfı Başkan Yardımcısı Kiryako Liaje Paskalya Bayramı Ayini'ni yine rumca yaptılar. Vakıf yöneticisi Bojidar Çipof buna karşı bir dava açtı ve Fatih 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülmeye başlandı. Sanıklar daha sonr a beşer ay hapis cezası aldılar. Bu kayıt mahkeme esnasında çekilerek ATV'de ADLİYE KORİDORLARI adlı programda yayınlandı. Haber; mahkemesinin sonuçlanması ile Yargıtay'ca onanması arasındaki süreçte yayınlanmıştır.

MELTEM TV RUM PATRİKHANESİ İLE BULGAR KİLİSESİ



MELTEM TV'DE 25 ARALIK 2002'DE YAYINLANAN DİYALOG PROGRAMINDA TARTIŞILAN FENER RUM PATRİKHANESİ HAKKINDA BOJİDAR ÇİPOF'UN KONUŞMALARI

1 Kasım 2009 Pazar

HAYALSİN


Hayalsin sen

Seni anımsamıyorum, ya da anımsayamıyorum

Var mıydın?

Yok muydun?

Cevabı yok!

Anımsayamıyorum ki…

Peki, yoksan neden var diyorum?

O zaman demek ki bir “Hayalsin”

Bulanık, gölgeler arasında, karmaşık duygularla neden “varsın” diye düşündüm?

Bu durumda, “yok” demek, ya da “yok” saymak doğru mu olacak?

Belki…

Geçen akşam zifiri karanlık bir sokakta durdum kaldım öylece

İleride, sokak lambasının ışığı birini aydınlattı

İçimden “bu mu?” dedim

Benzetemedim, çünkü seni anımsamıyorum, ya da anımsayamıyorum

Ne yapmalıyım ki anımsamıyorsam, ya da anımsayamıyorsam?

Biraz ileri de gittim o gece

Yanımdan geçerken gördüğüme göz kırptım

Zifiri karanlıkta, korkutmamak için geriye çekildiğim an ona göz kırptım

Karanlıkta…

Tabi ki görmedi, göremedi!

Zor bir iş bu...

Hayallerle uğraşmak

Bulanık, karanlık, sisli ve ürkütücü şekiller görmek ve anımsanmayan ya da anımsanamayanlarla uğraşmak ve karanlıkta göz kırpmak

Ne yapmalı acaba?

Demek ki yok öyle biri, demek ki olmadı öyle biri

Zor, zor hayallerle uğraşmak çok zor

Peki, neden hep hayal kurulur?

Madem boşa, kurulmasın, umulmasın

Bir ışık olsa, bir ışık aydınlatsa yolumu ne güzel olurdu

Kurtulsam o karanlık köşelerden, boşa hayallerden

Sisli, puslu görülmeyen, görülemeyenlerle boşa vakit harcanacağına

Bir ışık yansa ya önümde, aydınlatsa önümü

Kimi bir hayalle, ya da olmayan hayallerle uğraşır durur

Kimi de önündeki ışığı takip eder

Hemen içinde bir sevgi ışığı yak!

Bak o zaman nasıl değişecek her şey

Bak o zaman nasıl da umutla dolacak için

Bırak “Hayal”i

Hatta “Hayalsin” de deme

“Hayalsin”de bir işaret var çünkü

Anımsanmayan ya da anımsanamayan bir hayalle uğraşma

Hayalse “o”  zaten yok!

Anımsama, anımsamaya da uğraşma

Uzamış yine bu yazı...

Tekrar da var biraz!

Biraz olur mu çok tekrar var...

Olsun, bunları yazan belki içini dökmüş

Bu gün;

Doğu’dan yeni bir ışıkla doğacak,

Şunun şurasında sabah ışığını almaya az kaldı

Umutla…

Hayale dalmadan...

Gerçekle...


Bojidar Çipof
3 Ağustos 2009 



EV



Müstakil Şirin Bir Ev… Bahçeli… 

Ahşap cumbalı bir ev… Bahçe çiçekler dolu, her köşesi; özenle ekilmiş, emek verilmiş ve sevgi ile çapalanmış, yıllarca adeta bir evlat gibi üzerine titrenmiş bir bahçe. Çok güzel bir ev…

Kimine göre; “Ne burası böyle? Ne dağınık bir bahçe?” Dedirtecek kadar karman çorban, kimine göre ise bir huzur durağı. O eskimiş, boyası dökülmüş, sanki atılmış gibi bahçenin ortasında duran sandalyede bir oturmaya gör, huzur işte budur. Saatlerce oturabilirsin.

Evi ise özellikle tarif etmiyoruz! Çünkü dedik ya çok güzel bir ev…

Ya da ev sahipleri için çok güzel bir ev…

Evin sahipleri; orta yaşlı bir karı koca. Kimseleri yok! Evlat, ana baba ya da bir yakın akraba da yok!

Ama sevgileri var.

Kendilerine, birbirlerine, komşularına, kedilerine ve çiçeklerine sevgileri var. Hem de çok…

Komşular bahçenin önünden geçerken bu eve ve bahçesine başlarını hep çevirir bakarlardı. Ama bu çiftin geçinecek paraları azdı. Emekli aylıkları ile ancak evi dönüyorlardı.

Bu komşulardan biri aslında bu eve ve bahçesine, pardon arsasına göz dikmiş durumda. Devamlı bu büyük arsa üzerinde yapılabilecek büyükçe bir apartmanın hayalini görüyor ve ellerini ovuşturuyor. Derken bir gün kapıyı çaldı ve kısa bir selamlaşmadan sonra lafı uzatmadan, bu arsa üzerinde yapılabilecek büyük bir evi ve buradan kendilerine kaç daire alabileceklerini anlattı.

Çift evvela anlayamadı. Sanki uyuşturulmuş bir uzvun hissizliği gibi anlayamadılar, algılayamadılar.

Sonra uyuşturucunun etkisi azalır gibi ağrı dalga dalga gelmeye başladı! Hafif bir zonklama, sonra artan bir ağrı, sonra da sanki midelerine vurdu. Hani misafir olmasa ve ona ayıp da olmasa aynı anda ikisi birden tuvalete kusmaya koşacaklardı. Ama çok nazik insanlardı ve evde bir misafir bulunuyordu. Bunu yapmadılar…

Bu ev; onlar için sadece bir ev değildi ki! Sanki bir canlıymış gibi, yıllarca birlikte yaşıyorlardı. Onlar bu evin içinde bir aileydiler.

Ama gerçek acıdır, keskindir ve bazen acıtır. Ev eskiydi ve onlara çok güzel gelen o bahçe aslında çok dağınıktı. Hatta oradaki emeği ve sevgiyi göremeyenler için berbat bir bahçeydi!

Sadece ARSAYDI… 

Adam gitti ama yılmadı. Defalarca geldi. Kimleri göndermedi ki! “Hadi! Bir olur deyin gerisini bana bırakın.” Sonunda bıraktılar direnmeyi ve kabul ettiler. Evvela inşaat süresince oturacakları bir yer bulundu. Bir apartman dairesiydi bu…

Ruhsuz, hissiz bir apartman dairesi… Sevgi yoktu. SEVEMEDİLER

O an ne acı bir an oldu. Kepçenin evi yıkmak üzere vurduğu an. Çok kısa bir sürede evleri enkaz halini aldı. Kepçe kamyonlara o enkazı yüklerken. İrkildiler… Sanki bekleyen kamyonlara etlerinden parçalar yükleniyordu.

Ağlayamadılar… Mahalleli toplanmıştı. “Mademki ağlayacaktınız niye kabul ettiniz?” diyecekler diye gururları müsaade etmedi sustular.

Ama o geçici eve gittiklerinde dayanamadılar ve ağlamaya başladılar. Kadın çok şaşırdı! Kocasını ilk kez ağlarken görmüştü çünkü.

Erkekler ağlamazmış. Boş laf bu… Erkekler de ağlar, hem de öyle bir ağlar ki! Ağladılar ve sarıldılar birbirlerine. Artık ev yoktu. Sadece ikisi vardı… 

Sadece ikisi ve birbirlerine olan o büyük SEVGİ… 

Apartman yükseldi, yükseldi ve sonunda bitti. Kendilerine ayırdıkları daireye yerleştiler. Çok güzeldi ev. Çünkü her gelen öyle söylüyordu! Ama onlar için öyle değildi. O sadece bir apartman dairesiydi.


Çok düşündüler. Günlerce, haftalarca düşündüler ve daireleri satmaya karar verdiler. Sattılar. Bir tek oturdukları daire kaldı. Aman ne kadar da çok paraydı ellerine geçen… Bu kadar çok parayı hiç düşünememişlerdi ki o güne kadar. 

“Bu parayla yine müstakil bir EV alalım mı?”

“Evet, ALALIM”

Ve dolaşmaya bahçeli bir ev aramaya karar verdiler. Biraz dolaştıktan sonra bir yer beğendiler. Kaç para… Offf… Çok paraymış. Yani bizdeki tüm para yetmez buna. Olsun bir daire daha var onu da üste versek…

Satıcı; “Peki tamam” dedi ve ardından “Ben sizi çok sevdim, yoksa kesinlikle vermezdim” diye devam etti.

Adam içinden şöyle düşündü: “Bırak be arkadaş! Sen o daireyi üste almadan da bu evi bu paraya verirdin ama hadi neyse hayırlı olsun. İş bitti!”

Yerleştiler. Cumbalı ve tabi de çok daha büyük olan eski evlerinden daha küçüktü bu ev.

Ama eski evlerinin ruhu da mı geldi buraya yoksa? Biliyor musunuz?

Huzur geri geldi… BENİMSEMEK… Bu evi benimsediler… 

Hikâye burada bitti. Yani başa döndük. Hep bu kısır döngü değil mi hayat?

Elimizdeki değerleri vererek aslında başka kazanımlar elde edeceğimizi düşleyerek ne maceralara atılırız. Bu hikâyenin sonu güzel... Özellikle böyle yazdım… Ama ya güzel bitmeseydi… O zaman düşünün dostlar… Düşünün, HUZURU ve SEVGİYİ kaybetmeyin…

Bu hikâye; alegorik bir yaklaşımla sadece bir benzetme…

Bu hikâyenin bir başka yönü ise “Hep Başa Dönmek!”…

Yani anlayacağınız bu hikâye her yöne çekilebilir… Hatta şu anda ben de bir başka yönden düşünmeye başladım bile…


Sağlıcakla…



Bojidar Çipof
25 Mart 2009 01.45 Yeşilköy


27 Ekim 2009 Salı

BEN


Aynaya bak. İçinde olmayan bir şeyi arama bulamazsın.

Ego derler ama boş ver "BEN" çok önemlidir.

BEN iyi değilse senler, onlar da iyi gelmez kişiye.

Merkeze "BEN"i koy. O iyiyse, kendini iyi hissediyorsa, gerisi boş...

Aldırma... Her şey yolundadır...

Bu nedenle; şimdi bir kez daha aynaya bak!.. Oradaysan "VARSIN"...

O zaman geriye bir tek şey kalır. Yaşamak...

Yaşa... Gerisi boş. Sadece yaşa...


Bojidar Çipof
18 Mayıs 2009