(Öncesi
var)
Arabanın
çalışması, ona sabahın sessizliğinde bir an için yırtıcı bir kuş çığlığı gibi
geldi. Robot gibi elini vites koluna attı ve arabayı harekete geçirdi.
Tekerleklerin yola sürten sesleri kapalı camın arkasından kulağına gelmeye
başladı.
Yoldaydı o...
Amaçsız gidilen
bir şehirden geriye doğru sayım başlamıştı. Kilometreyi yine sıfırlamış, sanki
yaptığı o kadar yüz kilometre yolu yapmamışçasına bir duyguyu içinde yaşatmak
güdüsü ile ve sabit gözlerle yola, asfalta bakıyordu. Gözler sabit ve
hareketler robotçaydı. Kanıksanmış el ve ayak hareketleri, arabayla sanki
özdeşleşmiş ve hatta elleri ve ayakları sanki arabanın organları olmuştu.
Dönüyordu o...
“Boşa mı gittim bu kadar yüz kilometreyi”
diye düşündü. Elbette değildi! O; kendisine karşı olan sorumlulukları dolayısı
ile o şehre gitmiş ve şimdi geriye dönüyordu. Uyumamış, öylece bir şehir
otelindeki yatakta uzanmış ve kendisiyle hesaplaşmıştı. “Evet, doğru olanı yaptım” dedi. Tabi içinden ve sanki kendisinin
bile duymasını istemediği bir şekilde bunları söyledi. Zordu çünkü! Kendisiyle konuşmak
zordu bu sabah vaktinde. Tamam, bedenine pozitif olarak yansıyan uykusuzluk iyi
gelmişti. Hani bazen hiç uyuyamazsınız ve ona rağmen o gün inanılmaz zinde bir
bedeniniz olur ya…
Midesinde
bir yanma hissetti... Açlıktı bu! O şehir otelindeki uykulu gözlerle ona yola
çıkmadan kahvaltı etmesini tavsiye eden ama dinlemediği resepsiyondaki çocuğu
andı ve gülümsedi. “İyi bir insandı o”
dedi kendi kendine. Sonra bir bakışla birine iyi bir insan demenin doğru olup
olmadığını düşündü ama o çok gördükleriniz ve “ne de iyi” dedikleriniz hep iyi mi çıkıyorlar ki? Olsun ona da iyi
biri demenin yanlış olmadığını düşündü. Yemesi ya da yememesinin o elemana ne
faydası vardı ki? Israr da etmişti hatta...
“Yüzümdeki gölgedendir, sanırım bana acıdı”
dedi.
Bu
iyi bir fikir gelmedi ona. O; acınmak istemiyordu. “Evime döndüğümde bunu yüzümde görmemeliler” diye düşündü ve ekledi
yine içinden “ya anlarlarsa?”
Onu
bir otel odasında dün gece öylesine yatıran sebep her neyse bunu kimsenin
anlamaması gerekiyordu.
Peki kimlerdi bunlar?
Kime
karşı bir şey belli etmemesi gerekiyordu? Kendine biteviye sorular tevcih
etmeye başladığını birden fark etti. Bir şehre gitmiş, hem de yüzlerce
kilometre yol yapmış, birden verdiği ani bir kararla, bir otelde uzanmış,
uyumamış, düşünmüş ve geriye doğru yola çıkmıştı.
Dönüyordu o...
“Bir kaçış ve bitiş durumunda mıyım?”
diye düşünmeye başladı. Yine sorular, yine kendisine yaptığı eleştiriler...
Birden kilometre saatine gözü takıldı. “Aman
Allahım, ne kadar da yol kat ettim ben.”
Evet,
dönüş yolları hep kısalmaz mı ki? Bazen kaçmaktan, bazen de dönülene bir an
evvel ulaşmaktan, dönüş yolları hep kısadır.
Bir
yerde durdu ve ekmek arası bir şeyler alarak yine beklemeden yola koyuldu.
Belki dönüşe varmaya bir an evvel olan arzunun ivmesiydi bu! Yaklaştıkça
içinden bir hoşluk ve rahatlama yükselmeye başlamıştı çünkü…
Ya da bir huzur...
Bazen
gerçekten gerekenin yapıldığı durumlarda insanın içinde beliren o huşu, hülasa
olarak rahatlama... İçsel dinginlik...
Güldü!
“Bir de dışsalı mı var ki dinginliğin?”
Yok, tabi ki dingin olma hali tek bir kavramdır diye düşündü.
Oynayanlar var ama bireylerin
arasında!
Olduğundan
farklı görünen, içi kan ağlasa da belli etmemeye çalışan ne kadar çok kişi
var... İşte bu son söylemde ikilem vardı ve “bunu neden böyle telaffuz ettim ki?” dedi.
Hayır,
bu ikilem ya da o ikilem; orada aynen kalmalı, aynen yaşamda yaşanan ikilemler
gibi olmalıydı ya da içinden yok olmalıydı...
Zaten
bu yolda da o ikilemden ötürü hareket halindeydi. İkilem ya da üçlem, dörtlem
orada aynen kalsınlar.
Yahu
ne diyordu be? “üçlem ve dörtlem lügatta
var mı ki?”
“Olsun, yaşam süresince hep ikilemde yaşadım
bu kadar sene bundan sonra çoğul olsun.”
“Çoğulculuk ha? Bundan sonra öyle olsun
çoğul teklikten iyidir” dedi ve öylesine o çok sevdiği şarkıyı terennüm
etmeye başladı...
Ve
kendi şehir hududuna girdi.
O; oraya gitmiş miydi ki?
6
Ocak 2010
(Devam edecek)