Türkiye 13 Mayıs 2014’de, Manisa’nın Soma İlçesi’nde yaşanan büyük
bir facia ile sarsıldı ve tarihimizdeki bu en büyük maden faciasında 301
madencimizi kaybettik. Maalesef yeterli tedbirler alınmadığından madenciliğin
var oluşundan bu yana böyle trajediler yaşanmaktadır! Peki, bu insanlar neden
bile bile böylesine tehlikeli bir iş kolunda
çalışıyorlar? Madencilik yapılan bölgeler genelde tarıma elverişli olmuyor ve
iş imkânları kısıtlı. İş imkânlarının azlığı yaşamak/geçinmek zorunda olan
insanları madenlerde çalışmaya mecbur ediyor!
Bu yazımızda; hadisenin iş
güvenliği ile olan kısmını irdelemeyeceğiz, bölgede başka iş seçme imkânı
olmadığından zorunlu olarak çalışan madencilerin hem Osmanlı hem de Cumhuriyet
dönemlerinde “kanun” emriyle ve
nasıl “zorla” çalıştırıldıklarını
göz önüne sereceğiz! Çünkü günümüzde ekonomik açıdan “zorunlu”
olarak madenlerde çalışan bu emekçiler, Osmanlı döneminde Dilaver Paşa
Nizamnamesi ile Atatürk’ün vefatının ardından ise İnönü Hükümetlerinin arka
arkaya çıkardığı birtakım kanunlarla “köle”
gibi madenlerde çalıştırılmışlardır.
Dilaver Paşa Nizamnamesi (1867)
Hâdisenin 1867’den daha eskiye
giderek arka boyutuna bakıldığında; Zonguldak ve havalisindeki kömür çıkarım
faaliyetlerinin 1848’li yıllarda başladığı bilinmektedir. Osmanlı döneminde,
bazı iş kollarında kömür kullanılmaya başlanması ve buharlı savaş ile ticaret
gemilerinin devreye girmesiyle birlikte, genel olarak ısıtma malzemesi olan
kömür; stratejik öneme sahip bir ürün oldu.
O gün koşullarında feodal
sisteme bağlı bir çerçeve içinde yapılan tarımın bölgeye fazla bir ekonomik getirisi
olmamaktaydı. Diğer bölgelere nispeten bu havzalarda verimsiz olan tarım
alanları, işsizliğin de bir faktörüydü. Bugün hâlâ olumsuz ve sağlık ile can
güvenliği bulunmayan şartlarda yapılan madenciliğin, 18. yüzyıl koşullarında,
sağlık ile can güvenliği açısından ne kadar olumsuz olabileceğini de
düşünmeliyiz…
Bölgedeki işsizliğe rağmen o
dönemde madenlerde çalışacak işgücü bulunamıyordu. Osmanlı Devleti bu sorunu
madenlerde “İş Mükellefiyeti”
uygulamaları ile çözmeye çalışmıştır. İnsanların adeta silâh zoruyla- can
güvenliğinin bulunmadığı ve sağlık koşullarının elverişsiz olduğu madenlerde
çalışma zorunluluğu uygulaması da böylece başladı...
Maden Nazırı Dilaver Paşa’nın
1867 tarihli Nizamnamesi ile Ereğli Sancağı’nda yaşayan 14 ilçe halkından, 13-50
yaşları arasındaki hasta ve sakat olmayan erkekler için altışar ay zorunlu
çalışma yükümlülüğü getirildi. Nizamname’nin 21. maddesi gereği günde 10 saat
çalışmanın karşılığı ise komik bir yevmiyeydi ve bu komik yevmiyeli işi kabul
etmemek gibi bir durum ise asla söz konusu değildi.
Dönem itibariyle Anadolu’nun
çeşitli kesimlerinde zaten uygulanmakta olan, karşılığı alınamayan zorunlu (angarya) çalışma; Dilaver Paşa
Nizamnamesi ile resmî bir mahiyet kazanmış oldu ve 1923 yılına kadar farklı
şekillerde devam etti. 1. İş Mükellefiyeti olarak tanımlanan bu durum, 1923’te
seferberliğin kaldırılmasına kadar sürmüştür.
Zorla çalıştırmaya tepki veren
köylüler maden ocaklarından firar etmeye başladılar. Bu kez de Bahriye Nezareti
mükellef olan işçileri askere almak sûretiyle ve asker statüsünde zorla
çalıştırdı! Zaten mükellefiyet kaçaklarının yakalandıklarındaki akıbeti o kadar
vahimdi ki askere alınarak çalışmaya devam edenler hayli şanslıydılar.
2.
İş Mükellefiyeti
İsmet İnönü Hükümeti’nin
1940’ta çıkarttığı “Milli Koruma Kanunu”
ile birlikte “2. İş Mükellefiyeti”
süreci başlamıştır. Bu sürece gelinceye kadar geçen sürecin arka planını da
kısaca ele alalım…
1939’un Eylül ayında
Almanya’nın Polonya’yı işgali ile başlayan süreçte; kısa bir sürede İngiltere
ve Fransa’nın da olaya katılmasıyla 2. Dünya Savaşı başladı. Mustafa Kemal
Atatürk’ün ölümünün ardından henüz bir sene geçmemiş iken yanı başımızda,
Avrupa’yı saran bu savaş; Türkiye için başta ekonomik koşullar olmak üzere zor
bir dönemin başlangıcıydı. Türkiye bu savaşa girmedi ama ekonomik olarak içinde
bulunduğu durum açısından, kısmî olarak seferberlik uygulamasına geçildi ve
böylece yokluklarla dolu, gıda malzemelerinin karne ile alınabildiği zor bir
dönem başladı…
Türkiye belki savaşa girmemiştir ama etkilerini ciddi biçimde yaşamıştır. Örneğin; 1938-1945
arasında gayri safi milli hasılada %27 gerileme oldu. Yüksek fiyat artışları sonucunda,
ücretler 1945'te,
1938 yılına oranla %54 geriledi.
İsmet İnönü bu zor dönemi
yönetmek için, 7 Haziran 1939 tarihinde 3634 Sayılı “Millî Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu”nu Meclisten geçirdi ve kanun 16
Haziran 1939’da Resmi Gazete’de de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanun ile
tasarlanan; Türkiye ve çevresindeki değişken olaylar sebebiyle, sürekli olarak
kanun ve kararnameler çıkarılmasının önüne geçmekti ve gerektiğinde hükümetin
elini hafifletmek maksadını da taşımaktaydı.
Bu kanun o gün açısından Türkiye’nin iktisat politikasının en önemli
dayanağı olmuştur denebilir. [1]
Bu geniş kapsamlar
çerçevesinde Hükümete başta sanayi ve madencilik olmak üzere ne kadar üretim
yapılacağını belirleme hakkı da verilmişti ve tüm işletmeler bu hususta
hükümetle işbirliği yapmak zorundaydılar. Hatta devlet gerektiğinde özel
işletmelere el koyma hakkına da sahipti.
Kanunun 9. Maddesi ile
özel ya da kamuya ait sanayi ve maden işletmelerine ücretli işçi bulma hakkı da
Devlete verilmiştir. Bu bir anlamda Devletin kendi belirleyeceği yerde ve
belirleyeceği ücretle kişileri “zorunlu
çalıştırma” hakkını elde etmesidir.
(Madde
9: Milli müdafaa mükellefiyetleri, millî müdafaa mükellefiyeti komisyonları
vasıtası ile tatbik olunur.
Eğer
bir mahalde Milli Müdafaa mükellefiyeti komisyonu bulunmaz veyahud bir
mükellefiyetin acele tatbıkına zaruret hâsıl olup ta usulü dairesinde komisyona
müracaata imkân bulunmazsa mükellefiyet doğrudan doğruya ciheti askeriyece
tatbik olunabilir.
Her
türlü teslimler askeri makamlarca tayin olunacak tesellüm heyetlerine makbuz
mukabilinde yapılır. Bu makbuzların ziri ayrıca milli müdafaa mükellefiyeti
komisyonları tarafından tasdik olunarak alâkalıya verilir.)
Kanunun 10. Maddesi’ne
göre ise işçiler ve örneğin mühendisler gibi diğer tüm personel geçerli bir
mazeret ve bu mazerete bağlı alınmış izin olmaksızın işyerini terk
edemeyecekler ve işten ayrılamayacaklardı ki bu da özgürlüğün kısıtlanmasıydı.
(Madde
10: Tesellüm heyetlerinin kurulma tarzı nizamname ile tesbit olunur.
Millî
müdafaa mükellefiyeti komisyonları, istenilen şeyi mevcud olan ve olmayan
mükellef ahali üzerine tarh ve terzi eder. Bu tevziin her kese ayırtsız ve
fakat mevudlarına göre bir nisbet dâhilinde yapılması lazımdır.
Mükelleflerin
gaybubeti halinde komisyonlar bu gibilere aid hisselerin ne suretle istifası
lâzım geleceğini kararlaştırarak halin icab ettirdiği bütün tedbirleri alır.)
1939
Tarihli Millî Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun ardından, İktisat Vekili Hüsnü
Çakır’ın, hazırladığı “İktisadi Müdafaa
Kanunu Tasarısı” bu yoldaki ilk adımdır. 26 Aralık 1939’da, Başbakan Refik
Saydam, “Milli İktisadı Korunma Kanun
Projesi”ni CHP Grup Başkanlığı’na sundu fakat bu proje yeterli görülmedi.
Recep Peker’in başkanlığında kurulan yeni bir komisyon tarafından 70 maddelik
yeni bir tasarı hazırlandı ve 18 Ocak 1940’ta kabul edilerek adı “Milli Korunma Kanunu” oldu. [2]
Millî
Korunma Kanunu’nun 1. Maddesi kanunu şöyle tanımlamaktadır:
“Fevkalade
hallerde Devletin bünyesini İktisat ve Milli müdafaa bakımından takviye maksadıyla
İcra Vekilleri Heyetince, bu kanunda gösterilen şekil ve şartlar dairesinde
vazife ve salahiyetler verilmiştir.” [3]
Bir
önceki Millî Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu gibi dönemin ekonomisi sebebiyle çıkartılmış
olan ve Hükûmete fiyatları saptamada, ürünlere el koymada, hatta zorunlu
çalışma yükümlülüğü getirmede sınırsız yetkiler vermiş olan bu yeni kanun;
özel sektöre ve bireylerin kişilik haklarına dahi Devlet müdahalelerine
meşruiyet kazandırmıştır.
Millî Korunma Kanunu’nun
6.maddesinde yer alan “Halk ve Millî
Müdafaa ihtiyaçlarını temine matuf bilumum ticari ve sınai muameleleri ifa
etmek ve Hükümet tarafından bu kanundaki salahiyetler dairesinde verilecek
diğer işleri görmek üzere İcra Vekilleri Heyeti kararıyla hükmi şahsiyeti haiz
müesseseler ihdas olunabilir” hükmü ise fevkalâde olumludur. Çünkü “Et ve Balık Kurumu” ile “Petrol Ofisi” gibi kamu işletmelerinin
kurulmasına kanunun bu maddesi neden olmuştur.
Milli Korunma Kanunu’nun
ardından İnönü Hükûmeti “Ücretli İş
Mükellefiyeti” adlı bir başka kanun daha çıkardı. Osmanlı döneminden sonra
“2. İş Mükellefiyeti” olarak da
tanımlanan bu uygulama ile Zonguldak ve civar maden
havzalarında; insan yaşamı ve onuru hiçe sayılarak ve açıkça kölelik
koşullarında insanlar zorla çalıştırılmaya başlandılar.
Yasayı “İş Mükellefiyeti Takip Müdürlüğü”
uygulamaktaydı. Çalışacak işçileri tespit etmek bu müdürlüğün görev
kapsamındaydı. Bölge halkı nüfus memurlukları vasıtasıyla askere çağırılır gibi
madenlere çağrılıyor, mükellefiyet davetine uyulmadığı hallerde ise jandarma devreye
giriyor ve “askeri zorlama” usulü ile
şahısları maden ocaklarına teslim ediyordu. Pranga ve dayakla, zorla
çalıştırılan bu kaçaklar için askeri bir tümen de kurulmuştur.
Mükellefiyet Kanunu sadece
kömür ocaklarındaki işçilere iş mükellefiyeti ihdas etmemiş, Bakanlar Kurulu kararlarıyla
daha birçok başka iş hususunda da mükellefiyetler yaratmıştır. Bu uygulama, salt Zonguldak Bölgesi’nin değil, tüm Türkiye emek
tarihinin, belki de tüm Türkiye toplumsal tarihinin en önemli olgularından biridir.
İş mükellefiyetini “zorla” ya da “zorunlu” çalıştırma" olarak algılamalıyız. Bir bireyin, bir
yandan hiçbir hukuksal ceza almadan öte yandan bu kişinin rızası da olmadan
mecbur bırakıldığı, adeta kölelik sayılabilecek bir durumdur da denebilir!
Bu tür zorla çalıştırmalar
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 1930 tarihli ve 29 numaralı “Cebri veya Mecburi Çalıştırmaya İlişkin
Sözleşmesi” başta olmak üzere birçok uluslararası insan hakları belgesinde
ele alınmıştır. [3]
İş Mükellefiyeti ile zorla
çalıştırılan işçiler kendi rızaları
dışında ve zamanlarda çalıştırılırken, son derecede düşük ücretler ile uzun
çalışma sürelerine maruz bırakılmışlar, ciddi sağlık sorunlarıyla ve bunun
sonuçlarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Zonguldak'ta, genç yaşta veremden ölen
şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun yaşamlarını öyküleyen (Aynı zamanda; Yılmaz Erdoğan'ın da filmi)
"Kelebeğin Rüyası"
mükellefiyet döneminde zorla kömür madenlerinde çalıştırılan insanları
yansıtmaktadır.
Hasta, sakat demeden
jandarma dipçiğiyle iş yerlerine sürüldüğü belirtilen bu işçilerin kaçmaları
durumunda, bunları yakalamak için Tahkimat Komutanlığı'nın emrinde özel
jandarma ekipleri de oluşturulmuştu. Mükellefiyet döneminde kömür madeninden
kurtulabilmek için bazı kişilerin elini ayağını kestiği rivayet edilmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün
10 Kasım 1938'de vefatı ardından naaşını İstanbul'dan İzmit'e taşıyan Yavuz
Zırhlısı'nda askerlik yapan ve Ata’nın naaşı başında nöbet tutan 12 askerden
biri olan 99 yaşındaki Şaban Kalmaz, askerliğinin ardından Ereğli'de
mükellefiyet döneminde zorla kömür madenlerinde çalıştırılanlardan sadece biridir…
Şaban Kalmaz; Şubat
2013’de Anadolu Ajansı muhabirine verdiği bir röportajda; mükellefiyet
yıllarında sokakta başıboş gezmenin imkânı olmadığını, boşta gezdiği tespit
edilen herkesin jandarma tarafından hemen yakalanarak zorla kömür madenlerinde
çalıştırıldığını söylemiştir. Ata’nın naaşı başında nöbet tutan 12 askerden
biri olmasının, zorla madende çalıştırılmasında hiçbir pozitif etkisinin olmadığını
ve jandarma marifetiyle madenlerde nasıl çalıştırıldığını anlatan Şaban Kalmaz
A.A. röportajında şunları da söylemiştir:
“İki üç ay ocakta durmadan
çalıştığımız oluyordu. Kolu, bacağı yok demeden, işe yarasın yaramasın, herkesi
zorla ocağa soktular. Askerlikten geldikten sonra direkt ocağa aldılar beni.
Madenler o zaman çok kalabalıktı, insanlar karınca gibiydi. Jandarma, mükellef
kaçaklarını yakaladığında dövüyordu. Annen baban ölsün köyüne gelmenin imkânı
yok, yollamıyorlardı. İzin alman mümkün değil. Jandarmaya emir vermişler, sopa
dersen çok bol, kımıldatmıyorlar seni. Böyle günler geçirdik, şimdi hükümet
pamuk gibi o zamanların hükümeti böyle miydi? Süvariler at üzerinde köylerde
dolaşıyorlardı. (…) Savaş yıllarıydı. Asker topluyordu milleti. Kaçmanın imkânı
yoktu. İl dışından bile insanlar geliyordu. Mükelleflik kalkınca insanlar rahat
etti, yaşlı olanları emekli ettiler.”
Bu süreçte; başka illerden
devlete borcunu ödeyemeyen, vergisini veremeyenler de mükellefiyete tabi
tutuldular. Madenlerde şartlar çok ağır, ücretler düşüktü ve çok kötü muamele
vardı. Çalışmak istemeyenleri yakalamak için Jandarmalar evlere baskınlar
düzenleyerek sanki esir kovalar gibi kaçak işçilerin peşine düşmekteydi.
Yakalananlar ayaklarına prangalar takılmak suretiyle tekrar madenlere
gönderiliyorlardı.
1948’e
gelindiğinde, Ereğli havzasında 25-30 bin çalışan işçiden sadece 5 bini rızayla
işçilik yapmaktaydı. Geri kalanlar ise “Mükellefiyetle” zorla çalıştırılan işçilerdi. Çoğu
Karadenizli olan ve nöbetleşe madene çağrılan “Mükellef”
işçi sayısı (havuzu) 60
bin kadardı. Bir olumlu hareket ise çalışma sürelerinin askerlikten
sayılmasıydı.
O dönemde havzada çalışan Turgut
Edingü, “Kömür Havzasında İlk Grev” (1976) adlı kitabında, köylülerin gruplar
halinde nasıl jandarma eziyetiyle evlerinden alındığını ve 1.5 ay süreyle
nöbetleşe, zor şartlarda madenlerde çalıştırıldıklarını, havzanın silahlı, özel
üniformalı bir “Kömür
Alayı” bulunduğunu ve yılda ortalama 100 işçinin madende
hayatını kaybettiğini yazmaktadır.
1946’da Türkiye’de çok
partili seçim yapılıp, 1950’de DP iktidara gelince oluşan özgürlük havası ile
birlikte aynı yıl 2. Mükellefiyetlik kaldırıldı. Ardından yıllarca ezilen, köle
muamelesi gören bu insanların hak arama arayışları, direnişler, yürüyüşler
yapılmaya başlayınca Ankara tedirgin oldu ve mükellefiyeti kaldıran DP bu kez
olağanüstü baskılar yapmaya başladı. 1970’in ortalarına kadar maden sahalarında
fotoğraf çekmek dahi yasaktı. Madenlerle ilgili yazılar ise devlet sırrını
açığa vurmak suçundan soruşturmaya uğruyordu.
Ne enteresandır ki
Mükellefiyet yıllarında maden ocaklarına girmek istemeyen yöre insanı,
günümüzde ekonomik koşulların kötülüğünden ve iş imkânlarının azlığından ötürü
bu madenlerde çok kötü koşullarda, canını hiçe sayarak çalışabilmek için her
şeyi göze alıyor. 1940’lı yıllarda zorla çalıştırılan madenciler, bugün
madenlerde iş bulabilmek için sırada bekliyor.
1940’lı yıllarda devlet
eliyle KÖLE olanlar, bu gün EKONOMİK açıdan köledirler.
13 Mayıs 2014’deki facianın ardından kurtulan
bir madencinin söylediği şu sözler aslında bir çığlıktır/feryattır.
“Borcum var, kredi çektim. Yine
madene inmeye mecburum…”
--------------------------------
[1] Düstur;
Tertip:3 Cilt: 20 Sayfa: 512
[2] Kabul tarihi:
18.1.1940 - Resmi Gazete: 26.1.1940, Sayı: 4417. Çeşitli tarihlerde
değişikliklere uğrayan bu yasa; Demokrat Parti’nin iktidar döneminde de
uygulandı. Bakanlar Kurulu’nun 16.9.1960 tarihli ve 5/322 sayılı kararnamesiyle
ise yürürlükten kaldırıldı. Resmi Gazete: 16.9.1960, Sayı: 10605
[3] Düstur; Milli
Korunma Kanunu, 26.1.1940, Tertip: 3, Cilt: 21, Sayfa: 274
[4] Uluslararası
Çalışma Örgütü'nün bu sözleşmesi Türkiye tarafından 1998 yılında onaylandı.
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 1957 tarihli ve 105 sayılı “Cebri
Çalıştırmanın İlgası Hakkındaki Sözleşme”sini ise 1960'ta onaylanmıştır. ILO
Kabul Tarihi: 6 Haziran 1930 - Kanun Tarih ve Sayısı: 23 Ocak 1998 / 4333 -
Resmi Gazete Yayım Tarihi ve Sayısı: 27 Ocak 1998 / 23243 - Bakanlar Kurulu Kararı
Tarih ve Sayısı: 25 Mayıs 1998 / 98 – 11225 - Resmi Gazete Yayım Tarih ve
Sayısı: 23 Haziran 1998 / 23381