11 Ekim 2014 Cumartesi

GÖLÜN KENARINDAKİ ADAM (16) Bojidar Çipof



Bu yazı; 2010'da başladığım ve bu sene bitirmeyi hedeflediğim bir romandan bölümlerdir. İlk 5 bölümü ve 15. Bölüm burada yayınlanmıştır. 6 ile 14. bölümleri romanda okuyabileceksiniz.

Hikâye; bir yandan henüz ilk 5 bölümde tarif edilmemiş bir kadını arayan öte yandan günümüz yaşamındaki negatif olguları sorgulayan bir Adamın içsel çığlıklarıdır.

Romanın yarısında Adam, modern yaşamın tüm imkânlarını ve çevresini bir kenara bırakarak, içsel hesaplaşmalarını yapmak için bir gölün kenarında derme çatma bir kulübede yaşamaya başlamıştır…

Gecenin ıssız karanlığı bastırdı. Bu gece diğerlerinden daha farklı bir karanlık ve sessizlik ortalığı sarmıştı. Bu gece sanki böcekler de daha az ses çıkarıyorlar ve göl de her zaman yansıttığı ayın ışıltısını sunmakta daha cimri davranıyordu. Zaten adam yatağa uzandığında bu gecenin farklı ve daha uzun olacağını bilerek yatmıştı. Sırtüstü ve gözlerini karanlık tavana dikmiş bir şekilde düşünmeye başlamıştı. Zaman, kendisiyle yüzleşmek zamanıydı ve burada en fazla sahip olduğu şey de zamandı. Aklına, kendi kendine “sabah kalk borusu çalan yok ki” dediği geldi.

Ben kimim?” dedi evvela kendine. Bunun cevabını bilse her şey tamam olacaktı, ama en zor soru da buydu… “Ben kimim?

O birkaç yıl evvel, bir şirkette yönetici, çok sayıda arkadaşı, zengin çevresi olan sosyal ve donanımlı bir adamdı. Ama şimdi bir göl kenarında, medeniyetten uzak, kendi imkânları ile yaşamını sürdürüp, yiyeceğini üretmeye çalışıyordu ve bu meziyet ya da tanım buna her ne ad verilirse verilsin, o yalnız bir adamdı. Senede iki üç kere, o çok uzaktaki kasabaya giden, yani senede iki üç kere insanların yüzünü gören, sesini duyan bir adamdı.

Aklına bir şeyler almaya gittiği kasabada, hiç kimsenin onun nasıl yaşadığını anlayamayacağı takıldı. Gün aşırı tıraşını olan, giysilerini kendi olan saygısını yitirmemek için devamlı temiz tutan bir adamın, göl kenarında böyle münzevi bir hayat sürdürdüğünü düşünmeleri mümkün değildi. “Neden hep münzevi yaşayanlar, insanların içine çıkmayanlar, peşmurde, sakallı ve bakımsız olsun” diye düşündü. Kendini ortaya koyarak ve yüksek sesle “İşte ben nasılım, demek bu şekilde de olabiliyor.” dedi. İnsan evvela kendine saygı duymalı ve ne yapıyorsa bunun arkasında olmalıydı. O da zaten kendi kararını vermiş ve uygulamıştı.

Sanki her an buradan gitmeye hazır, ne varsa burada bırakıp bir daha dönmemeye hazır olup olmadığını da düşündü. Tabi bu çok zor ve güç bir karar olurdu. Fakat bir gün bu kararı verirse de kendisinden başka yargılayacak birinin olmayışı da güzeldi. Kendinle ve kendin için yaşam…

Kimse yok, sorumluluklar yok. Tek amaç, kendi yaşamını idame ettirmek, ettirebilmek… “Burada ne kadar huzurluyum” diye düşündü. Ama bu huzur bünyesinde mutluluk da barındırmamaktaydı. “Evet, huzurluyum ama sanırım mutlu değilim. Bir yerimde başka bir ben var ve çok zaman benim kafamı karıştırıyor.

Bunun hiçbir mahsuru yoktu ki…

Sorumluluk olmayınca, düşünecek biri ya da birileri olmayınca al sana huzur. Eh biri olmayınca ise mutluluk da olmaz… Hemen bu düşüncenin pek de sağlıklı olmadığına karar verdi. “Ben burada mutluyum dedi” Gölden çıkan bir balık, tavuklarından gelen yumurtalar, ektiği tarladan elde ettiği sebzeler ve ormandan topladığı böğürtlenler… Bunları her elde edişinde ne kadar sevindiğini anımsadı. Peki, bu sevinç mutluluk muydu?

Mutluluğun çok göreceli bir kavram olduğunu elbette biliyordu. Mutlu olmak için mutlaka bir aşk mı olmalıydı? Sonra eksikliğinin bir sevgi olduğunu, geride kalan birine olan özlemi olduğunu ve kafasında mutlu olmak tanımının salt aşk ile tanımlandığını düşündü. Evet, çok fazla mutlu olduğu husus vardı burada ve o bunlarla mutluydu. Ne yazık ki bunlar bir aşkın, bir sevginin yerini tutmamaktaydılar. Aklına Tarzan takıldı. Tarzan’ın da Ceyn’i vardı, aşkı vardı.

Aklına son kasaba seferinde, alış veriş yaptığı marketteki kız geldi. Çok güzel ve saf bir görüntüsü vardı. Sadece işiyle meşgul olan, hani şu başı önde dediklerinden olsa gerek diye düşündü. Hesabını çıkartırken bir anlık göz göze gelmişlerdi ve kız ona utangaç bir bakışla bakmıştı. Ona hiç ilgi duymadığını ve sadece orada çalışan bir eleman gözüyle baktığını anımsadı. Evet, hal böyle idi ama bir başka bakış açısından da kendisine böyle bakılmasından ne kadar gururlandığını düşündü. “Beğenilmek güzel bir duygudur” dedi kendine. Kişinin erkek ya da kadın buna çok ihtiyacı vardır ve o bunu çok iyi bilenlerdi. Beğenilmek güzeldir…

Peki, neden o kız ona öyle bakmıştı? Bunu aklına çok getirdiğini ama bu güne değin bir tanımlama yapmadığını düşündü. Bunun cevabını vermenin kibir, kendini beğenmek ya da ego ile bir alakası yoktu ki… O farklıydı! Şehirde de farklıydı burada göl kenarında da farklı bir adamdı. Fiziksel görüntüsünün güzel olmasından başka kendine has bir duruşu vardı ve o burada da bakımlıydı. Kendine olan saygısından dolayı ya da bir gün bir olasılık olarak karşısına çıkacak birine iyi görünmek adına değil miydi, gün aşırı tıraş olmak ve temiz giysiler giymek! Sonra o kasabadaki erkeklerin, hatta kadınların büyük bir bölümünün kendini bırakmış, yitmiş görüntüler arz ettiğini hatırladı. Belki kıza bu nedenle farklı gelmişti…

O farklıydı! O oradaki adamlardan farklıydı ve kız onun için ona bakmıştı. Kesinlikle bir yosma değildi ve her gördüğü erkeğe kuyruksallayan biri de değildi. Kız ondaki farkı görmüştü. O bir anlık utangaç bakış o nedenleydi. O kasabadaki erkeklerden farklıydı. Bir kere başı öne eğilmiş ve yaşamın tüm sıkıntıları ile ezilmiş bir görüntüsü yoktu. Yaşıyla ters orantılı olarak zinde, dinç ve de bakımlıydı.

Zindelik ve dinçlikten başladı ve sağlığını irdeledi. Buradaki en büyük korkusu buydu. Kendisine itiraf etmekten en fazla korktuğu husus buydu. Bir an gece ya da gündüz ani bir hastalık olursa, ecza kutusundaki bir miktar ilaçla giderilemeyecek bir rahatsızlık olursa “Burada inleye inleye can vermek en büyük korkumdur” diye düşündü. Bunu hiç aklına getirmemeye çalışırdı. Hoş şehirde de ambulans gelene kadar can veren onlarca kişi yok muydu? Hem burada, bu güzel doğada ve kendi eli ile yetiştirdiği sebzeler ve gölden tuttuğu balıklarla beslenirken hastalık olasılığını neredeyse yoktu. Tamam dedi bunu aklıma fazla getirmemem gerek. Çünkü bu konu; göl kenarındaki yaşamda kendisini en zora sokacak konuydu.

Yine o kızı düşünmeye başladı. “Bir gün aniden burada karşıma çıksa ve artık birine bir çay yapmış olsam ne güzel olurdu” dedi. Hatta gece kalsa ve uzun uzun konuşsak… “Bunu cinsellik adına istemiyorum ki” dedi yüksek sesle. Onun buradaki eksiği, insandı, bir insandan çıkan nefesti. Bir kez daha o kıza bir kadın gibi ilgi duymadığını ve sadece güzel yüzlü ve utangaç oluşunun, ona bir anlık bakarken oluşan gülümsemenin kendisine çok iyi geldiğine karar verdi.

Bu akşam farklıydı. Bugüne değin, bu göl kenarındaki yaşamı süresince, hiçbir akşam kafasına burada bir gecelik de olsa bir bayanı misafir etme isteği duymamıştı. Zaten kasabaya son gidişi de çok zaman önceydi. Neden kasaba dönüşü değil de bu kadar süre sonra bunlar kafasına takılmıştı ki?

Bunu gece çökerken, göl kenarında aniden oluşan hüzne ve bu akşam düşünmeliyim, kendimle yüzleşmeliyim diye karar verdiğini, yatağa uzandığında kendini buna şartlandırmış olduğundan, birçok hususun arasında bunun da kafasına takılmış olabileceğini düşündü. “Ne kadar da olasılıklarla dolu bir tanımlama yaptım" dedi kendi kendine. Yaşam da bir olasılıklar silsilesi değil miydi ki? Nereden nereye… Kuş misali buraya uçtuğunu ve tüm ilişkilerini bıçak gibi kestiğini anımsadı. “Geride acı da bıraktım mı acaba?” dedi. Sanmıyordu ama bu içini kemiren bir husustu.

Aslında bunu düşünürken sadece O’nu düşünerek bu soruyu kendine sormuştu. Sonra; şu anda kim bilir kaçıncı gönül nikâhında ya da en azından kızının artığı ile birlikte mutlu olduğunu düşünerek içinden O’na “Fahişe” dedi! Sonra bunun da yanlış olduğunu, böyle düşünerek “Fahişelere haksızlık mı ediyorum?” dedi… Ve ardından, gün süresince bazı anlarda bedeninin burada kaldığını ama buradan uzaklara, buraya geldiği yerlere anlık gidişleri olduğunu fark etti. Evet, o belli aralıklarla bedenini burada bırakıp, ruhunu, usunu şehre götürüp getiriyordu. Bazen o; burada olan o değildi.

Ve ardından, gün süresince bazı anlarda bedeninin burada kaldığını ama buradan uzaklara, buraya geldiği yerlere anlık gidişleri olduğunu fark etti. Evet, o belli aralıklarla bedenini burada bırakıp, ruhunu, usunu şehre götürüp getiriyordu. Bazen o; burada olan o değildi.

Bir baykuş gecenin sessizliğini çığlığı ile bozdu. “Bu da nereden çıktı şimdi?” dedi. Ve “Bu gece bu kadar yüzleşmek yeter” diye düşündü. “Biraz uyusam iyi olacak

Uyumaya çalışırken, “Kendimle yüzleşmek bana iyi geldi. Bunu daha sık yapmalıyım” dedi. İçinde, bir yerinde gizli bir takım duygular harekete geçmişti artık. Daha çok düşünecek, iş yaparken doğayla değil de kendiyle konuşacak ve kendini daha iyi tanımaya çalışacaktı. “Bu akşam bir başka boyuttayım sanki dedi.

Aslında başka bir boyutta değildi ki. İçsel duyguların biriken tezahürü ile karşı karşıyaydı.

Artık içinde başka bir boyut açmalı, yaşamını burada sürdürürken, kendisiyle daha çok baş başa kalmalıydı. “Yoksa ben erdim mi?” dedi. Tabi ki bu çok saçma bir düşünce olurdu. Okuduğu “Sidarta” adlı kitap geldi aklına. Orada da bir adam ağaç gövdesinin önünde günlerce kendini aramıştı. “Ben Sidarta’dan çok farklıyım” dedi. O başka ben başka…

Her “ben” yani her kişinin farklı olduğu gibi, kendisinin de sadece kendine has bir varlık olduğuna yoğunlaştı ve “Bu gece bu kadar yetsin artık” dedi ve gözlerini kapadı.

Gece tüm karanlığını sanki o anda ve aniden bastırdı. Yine o günbatımındaki sessizlik peyda oldu. Gölün ay ışığındaki yansıması ve kulübeyi aydınlatması azaldı.

Gölün kenarındaki adam, artık uyumaya hazırdı. İçinde bir şeylerin değiştiğini ya da değişmekte olduğunu düşünerek düşündü.

Adam uyudu…


6 Nisan 2010

(Devam Edecek)