Bu yazı; 2010'da başladığım ve bu
sene bitirmeyi hedeflediğim bir romandan bölümlerdir. İlk 5 bölümü ve 15. Bölüm
burada yayınlanmıştır. 6 ile 14. bölümleri romanda okuyabileceksiniz.
Hikâye; bir yandan henüz ilk 5
bölümde tarif edilmemiş bir kadını arayan öte yandan günümüz yaşamındaki
negatif olguları sorgulayan bir Adamın içsel çığlıklarıdır.
Romanın yarısında Adam, modern
yaşamın tüm imkânlarını ve çevresini bir kenara bırakarak, içsel
hesaplaşmalarını yapmak için bir gölün kenarında derme çatma bir kulübede
yaşamaya başlamıştır…
Gecenin ıssız karanlığı bastırdı.
Bu gece diğerlerinden daha farklı bir karanlık ve sessizlik ortalığı sarmıştı.
Bu gece sanki böcekler de daha az ses çıkarıyorlar ve göl de her zaman
yansıttığı ayın ışıltısını sunmakta daha cimri davranıyordu. Zaten adam yatağa
uzandığında bu gecenin farklı ve daha uzun olacağını bilerek yatmıştı. Sırtüstü
ve gözlerini karanlık tavana dikmiş bir şekilde düşünmeye başlamıştı. Zaman,
kendisiyle yüzleşmek zamanıydı ve burada en fazla sahip olduğu şey de zamandı.
Aklına, kendi kendine “sabah kalk borusu çalan yok ki”
dediği geldi.
“Ben kimim?”
dedi evvela kendine. Bunun cevabını bilse her şey tamam olacaktı, ama en zor
soru da buydu… “Ben kimim?”
O birkaç yıl evvel, bir şirkette
yönetici, çok sayıda arkadaşı, zengin çevresi olan sosyal ve donanımlı bir
adamdı. Ama şimdi bir göl kenarında, medeniyetten uzak, kendi imkânları ile
yaşamını sürdürüp, yiyeceğini üretmeye çalışıyordu ve bu meziyet ya da tanım
buna her ne ad verilirse verilsin, o yalnız bir adamdı. Senede iki üç kere, o
çok uzaktaki kasabaya giden, yani senede iki üç kere insanların yüzünü gören,
sesini duyan bir adamdı.
Aklına bir şeyler almaya gittiği
kasabada, hiç kimsenin onun nasıl yaşadığını anlayamayacağı takıldı. Gün aşırı
tıraşını olan, giysilerini kendi olan saygısını yitirmemek için devamlı temiz
tutan bir adamın, göl kenarında böyle münzevi bir hayat sürdürdüğünü
düşünmeleri mümkün değildi. “Neden hep münzevi yaşayanlar, insanların içine
çıkmayanlar, peşmurde, sakallı ve bakımsız olsun” diye düşündü.
Kendini ortaya koyarak ve yüksek sesle “İşte ben nasılım, demek bu şekilde de
olabiliyor.” dedi. İnsan evvela kendine saygı duymalı ve ne
yapıyorsa bunun arkasında olmalıydı. O da zaten kendi kararını vermiş ve
uygulamıştı.
Sanki her an buradan gitmeye
hazır, ne varsa burada bırakıp bir daha dönmemeye hazır olup olmadığını da
düşündü. Tabi bu çok zor ve güç bir karar olurdu. Fakat bir gün bu kararı
verirse de kendisinden başka yargılayacak birinin olmayışı da güzeldi. Kendinle
ve kendin için yaşam…
Kimse yok, sorumluluklar yok. Tek
amaç, kendi yaşamını idame ettirmek, ettirebilmek… “Burada
ne kadar huzurluyum” diye düşündü. Ama bu huzur bünyesinde
mutluluk da barındırmamaktaydı. “Evet, huzurluyum ama sanırım mutlu değilim. Bir
yerimde başka bir ben var ve çok zaman benim kafamı karıştırıyor.”
Bunun hiçbir mahsuru yoktu ki…
Sorumluluk olmayınca, düşünecek
biri ya da birileri olmayınca al sana huzur. Eh biri olmayınca ise mutluluk da
olmaz… Hemen bu düşüncenin pek de sağlıklı olmadığına karar verdi. “Ben
burada mutluyum dedi” Gölden çıkan bir balık, tavuklarından
gelen yumurtalar, ektiği tarladan elde ettiği sebzeler ve ormandan topladığı
böğürtlenler… Bunları her elde edişinde ne kadar sevindiğini anımsadı. Peki, bu
sevinç mutluluk muydu?
Mutluluğun çok göreceli bir
kavram olduğunu elbette biliyordu. Mutlu olmak için mutlaka bir aşk mı
olmalıydı? Sonra eksikliğinin bir sevgi olduğunu, geride kalan birine olan
özlemi olduğunu ve kafasında mutlu olmak tanımının salt aşk ile tanımlandığını
düşündü. Evet, çok fazla mutlu olduğu husus vardı burada ve o bunlarla
mutluydu. Ne yazık ki bunlar bir aşkın, bir sevginin yerini tutmamaktaydılar.
Aklına Tarzan takıldı. Tarzan’ın da Ceyn’i vardı, aşkı vardı.
Aklına son kasaba seferinde, alış
veriş yaptığı marketteki kız geldi. Çok güzel ve saf bir görüntüsü vardı.
Sadece işiyle meşgul olan, hani şu başı önde dediklerinden olsa gerek diye
düşündü. Hesabını çıkartırken bir anlık göz göze gelmişlerdi ve kız ona utangaç
bir bakışla bakmıştı. Ona hiç ilgi duymadığını ve sadece orada çalışan bir
eleman gözüyle baktığını anımsadı. Evet, hal böyle idi ama bir başka bakış
açısından da kendisine böyle bakılmasından ne kadar gururlandığını düşündü. “Beğenilmek
güzel bir duygudur” dedi kendine. Kişinin erkek ya da kadın
buna çok ihtiyacı vardır ve o bunu çok iyi bilenlerdi. Beğenilmek güzeldir…
Peki, neden o kız ona öyle
bakmıştı? Bunu aklına çok getirdiğini ama bu güne değin bir tanımlama
yapmadığını düşündü. Bunun cevabını vermenin kibir, kendini beğenmek ya da ego
ile bir alakası yoktu ki… O farklıydı! Şehirde de farklıydı burada göl
kenarında da farklı bir adamdı. Fiziksel görüntüsünün güzel olmasından başka
kendine has bir duruşu vardı ve o burada da bakımlıydı. Kendine olan
saygısından dolayı ya da bir gün bir olasılık olarak karşısına çıkacak birine
iyi görünmek adına değil miydi, gün aşırı tıraş olmak ve temiz giysiler giymek!
Sonra o kasabadaki erkeklerin, hatta kadınların büyük bir bölümünün kendini
bırakmış, yitmiş görüntüler arz ettiğini hatırladı. Belki kıza bu nedenle
farklı gelmişti…
O farklıydı! O oradaki adamlardan
farklıydı ve kız onun için ona bakmıştı. Kesinlikle bir yosma değildi ve her
gördüğü erkeğe kuyruksallayan biri de değildi. Kız ondaki farkı görmüştü. O bir
anlık utangaç bakış o nedenleydi. O kasabadaki erkeklerden farklıydı. Bir kere
başı öne eğilmiş ve yaşamın tüm sıkıntıları ile ezilmiş bir görüntüsü yoktu.
Yaşıyla ters orantılı olarak zinde, dinç ve de bakımlıydı.
Zindelik ve dinçlikten başladı ve
sağlığını irdeledi. Buradaki en büyük korkusu buydu. Kendisine itiraf etmekten
en fazla korktuğu husus buydu. Bir an gece ya da gündüz ani bir hastalık
olursa, ecza kutusundaki bir miktar ilaçla giderilemeyecek bir rahatsızlık
olursa “Burada inleye inleye can vermek en büyük korkumdur”
diye düşündü. Bunu hiç aklına getirmemeye çalışırdı. Hoş şehirde de ambulans
gelene kadar can veren onlarca kişi yok muydu? Hem burada, bu güzel doğada ve
kendi eli ile yetiştirdiği sebzeler ve gölden tuttuğu balıklarla beslenirken
hastalık olasılığını neredeyse yoktu. Tamam dedi bunu aklıma fazla getirmemem
gerek. Çünkü bu konu; göl kenarındaki yaşamda kendisini en zora sokacak
konuydu.
Yine o kızı düşünmeye başladı. “Bir
gün aniden burada karşıma çıksa ve artık birine bir çay yapmış olsam ne güzel
olurdu” dedi. Hatta gece kalsa ve uzun uzun konuşsak… “Bunu
cinsellik adına istemiyorum ki” dedi yüksek sesle. Onun
buradaki eksiği, insandı, bir insandan çıkan nefesti. Bir kez daha o kıza bir
kadın gibi ilgi duymadığını ve sadece güzel yüzlü ve utangaç oluşunun, ona bir
anlık bakarken oluşan gülümsemenin kendisine çok iyi geldiğine karar verdi.
Bu akşam farklıydı. Bugüne değin,
bu göl kenarındaki yaşamı süresince, hiçbir akşam kafasına burada bir gecelik
de olsa bir bayanı misafir etme isteği duymamıştı. Zaten kasabaya son gidişi de
çok zaman önceydi. Neden kasaba dönüşü değil de bu kadar süre sonra bunlar
kafasına takılmıştı ki?
Bunu gece çökerken, göl kenarında
aniden oluşan hüzne ve bu akşam düşünmeliyim, kendimle yüzleşmeliyim diye karar
verdiğini, yatağa uzandığında kendini buna şartlandırmış olduğundan, birçok
hususun arasında bunun da kafasına takılmış olabileceğini düşündü. “Ne
kadar da olasılıklarla dolu bir tanımlama yaptım" dedi
kendi kendine. Yaşam da bir olasılıklar silsilesi değil miydi ki? Nereden
nereye… Kuş misali buraya uçtuğunu ve tüm ilişkilerini bıçak gibi kestiğini
anımsadı. “Geride acı da bıraktım mı acaba?” dedi. Sanmıyordu
ama bu içini kemiren bir husustu.
Aslında bunu düşünürken sadece O’nu
düşünerek bu soruyu kendine sormuştu. Sonra; şu anda kim bilir kaçıncı gönül
nikâhında ya da en azından kızının artığı ile birlikte mutlu olduğunu düşünerek
içinden O’na “Fahişe” dedi! Sonra
bunun da yanlış olduğunu, böyle düşünerek “Fahişelere haksızlık mı ediyorum?”
dedi… Ve ardından, gün süresince bazı anlarda bedeninin burada kaldığını ama
buradan uzaklara, buraya geldiği yerlere anlık gidişleri olduğunu fark etti.
Evet, o belli aralıklarla bedenini burada bırakıp, ruhunu, usunu şehre götürüp
getiriyordu. Bazen o; burada olan o değildi.
Ve ardından, gün süresince bazı anlarda bedeninin burada kaldığını ama buradan uzaklara, buraya geldiği yerlere anlık gidişleri olduğunu fark etti. Evet, o belli aralıklarla bedenini burada bırakıp, ruhunu, usunu şehre götürüp getiriyordu. Bazen o; burada olan o değildi.
Ve ardından, gün süresince bazı anlarda bedeninin burada kaldığını ama buradan uzaklara, buraya geldiği yerlere anlık gidişleri olduğunu fark etti. Evet, o belli aralıklarla bedenini burada bırakıp, ruhunu, usunu şehre götürüp getiriyordu. Bazen o; burada olan o değildi.
Bir baykuş gecenin sessizliğini
çığlığı ile bozdu. “Bu da nereden çıktı şimdi?”
dedi. Ve “Bu gece bu kadar yüzleşmek yeter” diye düşündü. “Biraz
uyusam iyi olacak”
Uyumaya çalışırken, “Kendimle
yüzleşmek bana iyi geldi. Bunu daha sık yapmalıyım” dedi.
İçinde, bir yerinde gizli bir takım duygular harekete geçmişti artık. Daha çok
düşünecek, iş yaparken doğayla değil de kendiyle konuşacak ve kendini daha iyi
tanımaya çalışacaktı. “Bu akşam bir başka boyuttayım sanki” dedi.
Aslında başka bir boyutta değildi
ki. İçsel duyguların biriken tezahürü ile karşı karşıyaydı.
Artık içinde başka bir boyut
açmalı, yaşamını burada sürdürürken, kendisiyle daha çok baş başa kalmalıydı. “Yoksa
ben erdim mi?” dedi. Tabi ki bu çok saçma bir düşünce olurdu.
Okuduğu “Sidarta” adlı kitap geldi aklına. Orada da bir adam
ağaç gövdesinin önünde günlerce kendini aramıştı. “Ben
Sidarta’dan çok farklıyım” dedi. O başka ben başka…
Her “ben”
yani her kişinin farklı olduğu gibi, kendisinin de sadece kendine has bir
varlık olduğuna yoğunlaştı ve “Bu gece bu kadar yetsin artık”
dedi ve gözlerini kapadı.
Gece tüm karanlığını sanki o anda
ve aniden bastırdı. Yine o günbatımındaki sessizlik peyda oldu. Gölün ay
ışığındaki yansıması ve kulübeyi aydınlatması azaldı.
Gölün kenarındaki adam, artık
uyumaya hazırdı. İçinde bir şeylerin değiştiğini ya da değişmekte olduğunu
düşünerek düşündü.
Adam uyudu…
6 Nisan 2010
(Devam Edecek)