Bu yazı; 2010'da başladığım ve bu sene bitirmeyi hedeflediğim bir romandan bölümlerdir. İlk 5 bölümü burada yayınlanmıştır. 6 ile 14. bölümleri romanda okuyabileceksiniz.
Hikâye; bir yandan henüz ilk 5 bölümde tarif edilmemiş bir
kadını arayan öte yandan günümüz yaşamındaki negatif olguları sorgulayan bir
Adamın içsel çığlıklarıdır.
Romanın yarısında Adam, modern yaşamın tüm imkânlarını ve
çevresini bir kenara bırakarak, içsel hesaplaşmalarını yapmak için bir gölün
kenarında derme çatma bir kulübede yaşamaya başlamıştır…
Adam;
gölün kenarında oturuyordu. Gün düşmüş, hava kararmaya başlamış ve gecenin
sessizliği kendini göstermişti. Gölün durağan suları çok hafif, belli belirsiz
dalgacıklar oluştururken sessizliği bozan tek unsur kuşlar ve böceklerdi.
Aslında onun birkaç tavuğu ve bir de horozu vardı. Ama nedense batımında az da
olsa arada çıkan sesleri bu gün batımında gelmiyordu. Adeta doğaya, doğanın
kendi sesine yol verir gibi, tabiatın yüce gücüne saygı ile eğilircesine bu gün
batımında susmuşlardı.
“Tabiat
ne yüce bir kudrete sahip” diye düşündü adam… Ve ne kadar zamandır burada
yaşadığını anımsamaya çalıştı. Son zamanlarda bunu yapamadığını hatırladı.
Burada deli gibi akan zamanı ölçen bir saat, haftanın günlerini belirtir bir
takvim, ayları belirleyen bir unsur yoktu. Burada salt tabiat ve “O”
vardı. Tabiat ve ortasında bir adam… Yalnız bir adam…
Adam;
çok uzun süre evvel saatini çıkarmış ve zaman mevhumunu kendi sezgisi ile tayin
etmeye başlamıştı. Hem saat da neydi ki? Gün ve güneş, gece ve karanlık... Bu
iki mevhum çok bile geliyordu ona. O gölün kenarında yaşayan adamdı. O yalnız
bir adamdı…
Bu gün
batımında başka bir hüzün içinde olduğunu fark etti. Yalnızdı… Kim bilir kaç
ay, hatta yıldır burada yaşamaktayım dedi içinden. Evet, günleri ayları takip
etmek zordu belki ama yıllara ne oldu? “Ben nerede ucunu kaçırdım dedi”
kendi kendine.
Zor bir
soruydu bu. Çok da kolaydı aslında bunu hesaplaması. Yaz ve güz. Sadece bu iki
mevsimi kendine istina alsaydı işi çok kolay olacaktı. Ahşap kulübesinin bir
yerine, her yaz ve güz için sadece birer çentik atsaydı bu kolaydı belki ama o
ana değin bunu dahi yapmamıştı ki!
“Ben
tembel miyim?” diye sordu ve
yanıtı hemen verdi. “Hayır, ben tembel değilim” Nasıl tembel olabilirdi
ki doğanın ortasında tek başına. Doğanın muhteşem güzelliği, cömertliğinin
yanında acımasızlığını da çok iyi öğrenmişti. Ancak bu tecrübe ona acı günlere
mal olmuştu. Aç kalmıştı! Resmen uzun süre bu yaşama alışana kadar aç kalmıştı!
Doğa
nimetlerini cömertçe sunmuyordu aslında, çünkü doğa tembel değildi ve
tembelleri de sevmiyor, onları aç bırakarak sınıyor, eğitiyor ve tek başına
yaşamaya alıştırıyordu. O da alışmıştı ama… Kendine yetmeye, kendi için
yetiştirmeye, kendi için bir takım gereksinimlerini temin etmeye alışmıştı.
Yaşayarak öğrenmişti.
Gölün
kenarında, bir ahşap kulübede yaşayan ve kendine yeten bir adamdı artık. O
gölün kenarındaki yalnız bir adamdı. Bu gece farklı bir duygu yükünde olduğunu
kendine itiraf etti. Hatta bunu arada sırada, hatta çokça yaptığı gibi yüksek
sesle kendine de söyledi.
Kendi
kendine yüksek sesle konuşmaya da çok süre evvel başlamıştı. Buraya gelmeden
evvel almış olduğu eğitim ve şehir yaşamı süresince edindiği donanımlar
sayesinde aslında o bilgisi ve kültürü yüksek biriydi ve düşünen biriydi. Hoş
zaten burada en cömertçe sarf edebildiği şey de düşünme değil miydi? Burada
düşünme kavramını yüksek sesle ortaya koyduğunda bu düşünce kavramı halini
almıyordu. Düşünme kavramının paylaşılabilir olması durumunda ancak düşünce
kavramı halini aldığını çok iyi bilenlerdendi…
Peki,
neden arada sırada yüksek sesle konuşmaya karar verdiğini sordu kendine… Soru
ile yanıtı da aynı anda ortaya koydu. Tabi kendi kendine… Yüksek sesle bir
takım düşünmeleri ortaya koymasının tek sebebi; ses tellerinin ve kulaklarının
yetilerini kaybetmemesi içindi. “Yoksa benim psikolojik bir sorunum yok.
Kendi kendine konuşan sorunlulardan değilim” dedi, tabi yine yüksek sesle
ve yine kendi kendine…
Burada
çok az kişiyle karşı karşıya gelmişti. Yolunu kaybeden birkaç gezgin… “Bu
gölde balık var mıdır?” Ya
da “Bu civarda hiç av hayvanı gördünüz mü?” diye soran birkaç acemi
avcı. Sadece üç kez çok uzakta olan bir kasabaya gitmişti. O da eksilen çok
temel bazı ihtiyaçlarını satın almaya. Bunlar tabi ki gıda değildi. O kendi
gıdasını kendi yetiştiriyor, tutuyor, besliyordu. Biraz kibrit, çok az hububat,
gazyağı ki onu da çok az tüketirdi. Çay ve kahve de alırdı ve kahvesini
çok cimrice tüketirdi. Çünkü burada kahve yetiştirmesi mümkün değildi. Satın
aldığı kahve çekirdeklerini basit şöminesinde bir bakır kap içinde kavurur ve
el değirmeni ile çektiği kahvesini pişirerek, günbatımında yudumlamayı çok severdi.
Bu ona sanki her akşamüstü yapmak zorunda olduğu bir ritüel gibi gelmekteydi.
Tabi kasaba dönüşündeki günlerde kahveyi biraz bolca kullanırdı ama sonraki
günlerde kavurma için atılan kahve tanelerini azaltırdı.
Çay o
kadar sorun değildi ve çok az çay yapardı. Hemen kulübesinin yanındaki ıhlamur
ağacı da vardı ki bu ağacın yapraklarını tüketmesi mümkün olmazdı. Hoş, o eski
yaşamında çayı da pek içmezdi ya…
Arada
sırada “Ben bu çayı niye alıyorum?” diye
de sorardı kendine. Sonra gülümser ve “Ya bir misafir gelirse, ne ikram
ederim?” diye düşünmeye
başlardı. O an hiç misafiri olmadığını ve kimseye bir çay yapmadığını anımsadı.
Balık ve av diye gelenler ve yolunu kaybeden gezginlere ne kadar ısrar ettiğini
ama adamların çok az konuştuktan sonra oturmadan gittiklerini anımsadı. Yahu “Bir
bardak suyunuz var mı?” diye de sormamışlardı ki. Burada yalnız, tek başına
yaşadığını garipsediklerini de anımsadı.
O;
kasabaya gittiğinde, bazı temel ilaçlar ve en önemlisi eskiyen usturasını
yeniler ve traş sabunu da alırdı. Buraya gelirken yanında burası için
azımsanmayacak miktarda para getirmişti. Şehirde yaşayan biri için çok da büyük
bir miktar değildi belki. Ama burada çok uzun aralıklarla gittiği kasaba
alışverişleri ile parasının bitmesi mümkün değildi. “Yaşamım boyunca bana
yeter” diye düşündü.
Onun
burada tek bir lüksü vardı. Gün aşırı olduğu sakal tıraşıydı. Bu onun kendisine
olan saygısından kaynaklanan bir alışkanlıktı. Zaten her gün olmasını
gerektirecek kadar sakalı uzamazdı onun. Fakat her zaman traşlı ve temiz
olmalıydı. Elbiseleri daima tertemizdi. Uzunca bir süredir artık sabun
kullanmıyordu. Bazı yapraklar ile karıştırdığı çamur ile elbiselerini yıkar,
sonra gölün içinde durular ve asardı. Bu yöntemi sabunu tükenince kendi kendine
bulmuştu. Doğa kendini yeniler ve temizlerdi. O da doğanın içinde ve doğanın
bir parçasıydı artık…
Kendi
odun kömürünü de kendi üretiyordu. Bunu hiçbir yerde okumadığını, burada kendi
kendine bulduğu yöntemle kendi odun kömürü imal ettiğini düşündü. Evet, yanında
bir miktar getirmişti. Buraya gelmeden evvel bir eskicide, kömürlü bir ütü
bulmuş ve ne kadar sevinmişti. Gölde yıkanan giysilerini düzenli olarak bu ütü
ile ütüler ve sonra giyerdi. İş yaparken giydiği tulumu bile ütülediğini
düşündü. Sonra gölün kenarında kendi ile baş başa kaldığında, kahve içme
ritüeline başladığında bu temiz ve ütülü giysiler içinde ve traşlı olmayı
kendine olan saygısı için yaptığını düşündü.
“Ne
olursa olsun kişinin kendine olan saygısını yitirmemesi gerekli” dedi kendi
kendine. Şehirden kaçmaya karar vermeden evvel de kendine bakardı. Evvela
kendisine sonra da etrafındaki insanlara olan saygısı gereği, o hep düzgün
giyimli, traşlı dolaşır ve etrafından saygı görürdü.
“Acaba
şimdi ne yapıyorlar?” dedi kendi
kendine. Eski işi ve arkadaşları şu an onu düşünüyorlar mıydı? Nerede olduğunu,
ne yaptığını, hatta sağ olup olmadığını düşünen var mıydı? Bu soruya bazen “Hiç
sanmam” bazen de “Vardır bir anımsayan beni” der ama çok da üzerinde
durmazdı.
Arkadaşları
aslında onu çok severlerdi. Çok kişi vardı etrafında. Ve bunlar gerçek
dostlarıydı. Buna inanıyordu.” Evet,
beni hatırlıyorlardır” dedi bu kez. Hem o kimseye bir kötülük etmemişti ki.
“Tek kötülüğüm kendime” diye düşündü.
Zor bir
karar ermiş, uzunca bir süre planlamış, gideceği yeri tespit etmiş, alt
yapısını hazırlamış, iki ay süresince her hafta buraya gelmişti. Bir kulübe
yapacak kadar kereste, temel ihtiyaçlar ve gereken aparat ile aletler. Tencere,
tabak v.s.
Son
gelişini anımsadı. Boşalttığı evinden kalan son eşyalarını, giysilerini ve
diğer malzemelerini taşıdığı günü düşündü. Geri gidecek ve dostlarıyla
helalleşecekti. “Ben buralardan gidiyorum” diyecekti.
İşte
yapamadığı tek şey buydu. Hayatımın tembelliği de dediği olurdu bu son seferi
yapamadığı için…
Ama
soracaklardı, eşeleyeceklerdi, belki bir ipucu bırakabilirdi. Ardına düşerlerdi
belki. Düşerler miydi?
“Sanmıyorum”
ya da “Tabi ki” bu sorunun yanıtı içinde yoktu onun. Son seferi
yapamamıştı. Korkmuştu!
Geride
bıraktığı, sorumlu olduğu tek bir akrabası yoktu. Bu konuda müsterihti. Peki,
neden korkmuştu? Kendinden mi? Ya da yüzleşmek zorunda kalabileceği biri mi
vardı? Var mıydı?
Evet,
vardı ve o bunu yapamamıştı.
Kolayı
mı seçmişti yoksa en zoru mu?
İşte bu
akşam aslında aklına takılan buydu.
O
korkmuştu!
Aldığı
eğitim, bu yaşa kadar oluşan donanım, hepsi boştu. Yapamadığı ya da yaptığı,
başka bir şekilde ifade etmek de gerekirse korktuğu ya da korkmadığı çok fazla
göreceli ve bir o kadar da çelişki dolu bir sonuç ortaya çıkarmıştı…
İşte
ütülü giysiler ve düzenli tıraş olmasının sebebi belki de ruhunun bir kısmının
şehirde kalmasıydı. O hem burada, hem de oradaydı. “Kendime olan saygımdan
dolayı” demek de gerçeği, “Sanki hala oradayım” demek de gerçeği
yansıtıyordu.
İkilem
mi? Elbette ikilem ve çelişki...
Aynen
yaşam gibi…
Doğum
ve ölüm gibi…
Ya da
burada ve şehirde olmak gibi...
Bu
düşünceler, bu akşam kafasını fazlaca karıştırdı. “Bu gece farklı bir gece
olacak. Bu gece hemen uyuyabileceğimi sanmıyorum” diye düşündü.
Uzun
bir gecenin karanlığına doğru adımını attı ve yatağına uzandı. “Bu gece
düşüneceğim” dedi kendi kendine.
Hem
sabah kalk borusu çalan mı vardı ki!
Uzun
bir gecenin karanlığına doğru düşünmeye başladı.
O gölün
kenarındaki yalnız bir adamdı…
Bojidar
Çipof
02
Nisan 2010
(Devam
Edecek)