31 Mart 2011 Perşembe

RUM PATRİKHANESİ VATİKANLAŞMA YOLUNDA

Rum Patrikhanesi, Avrupa’nın en büyük ahşap yapısı olduğu belirtilen, “Büyükada Rum Yetimhanesi”nin tapusunu, AİHM kararı ile 29 Kasım 2010’da, Türkiye’de tüzel kişiliği olmayan bir kurumun üzerine alarak çok önemli bir edinim sağlamıştı. Tapunun intikali ile birlikte orada bir “Çevre Enstitüsü” kurmayı amaçladıklarını ifade etmeye başlamışlardı. 

Bu “çevre”ye olan aşırı duyarlılığın altında başka kokular olduğunu sezinlemiştik. Dini bir kurum; fikirde çevreci olabilir ama bunun altında yatan başka faktörler de olmalıydı. Zira 1994 yılından itibaren her sene içeride ya da dışarıda adında “Çevre Sempozyumu” şeklinde bir tanımlama olan toplantılar sürekli yapıldı. Bunlardan hafızalarda kalan en önemlisi ise Yunanlı bir armatörün tahsis ettiği “Venizelos Gemisi” ile gerçekleştirilen “Karadeniz Çevre Sempozyumu” idi. O gezide “Pontus” haritaları dağıtılmış ve aşırı derecede Türkiye aleyhtarı söylemlerde bulunulmuştu.

Bu kişiler her şeyi ileride kullanmak adına yaparlar. Bu bağlamda 15 Ağustos 2010’da “Sümela Manastırı”nda gerçekleştirilen ayin de Fatih Sultan Mehmet’in Pontus Rum İmparatorluğu’nu yıktığı 15 Ağustos’a denk getirilmişti ve o gün de üzerinde Pontus haritaları olan tişörtler taşıyanlar çok sayıdaydı. Bu açıdan bakıldığında; Büyükada Yetimhanesi’nin tapu devrinin ardından dillendirilen burada bir “Çevre Enstitüsü” kurma fikri de dikkatli olmayı gerektirmektedir. Alınan bilgiler, bu enstitünün kuruluşu çerçevesinde hemen yanında bir “Otel” inşa etmek için arsa arandığı yönündedir. Çok büyük bir planın yapıldığının seslerini duymaktayız. Yetimhane tapusu emsal gösterilerek başka mülklerin de Patrikhane adına tescilinin yolu yoksa açıldı mı? Çünkü 18-20 Haziran 2012’de Heybeliada Ruhban Okulu’nda yine bir çevre sempozyumu yapılacaktır.  Bu sempozyum ile ilgili davetiye de şimdiden hazırdır. “Ekümenik Patrik” Barholomeos’un himayesi ve bir Yunanlı bakan ve eşinin desteğiyle yapılacağı davetiye üzerinde yazılıdır.




Bir din adamının ya da kurumunun bu kadar Türkiye’nin “çevre”sine duyarlı olmasının sonunda umarız ki “çevremiz”den kayıp vermeyiz.  Ortaköy’de bulunan ve mazbut durumda olan bir binayı da aynı şekilde tapulamak adına çok kısa bir süre içinde yine AİHM’ye müracaat yapacaklardır. Bu bina; 5 Aralık 2009’da, başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açılışını yaptığı,  “Avrupa Birliği Genel Sekreterliği İstanbul Bürosu” olarak, ABGS ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından halen ortak kullanılan binadır.




Çok sayıda mülkler için hazırlanan müracaatlar arasından özellikle bu binanın seçilmiş olması da manidardır. AİHM Yetimhane için 2008 yılında açtığı davanın dosyasını; “AFFAIRE FENER RUM PATRİKLİĞİ (PATRIARCAT ŒCUMÉNIQUE) c. TURQUIE (Requête no 14340/05) STRASBOURG 8 Juillet 2008” olarak açarak reyini baştan ihdas etmiştir. Anlaşılmaktadır ki Yetimhane; talep edilen ilk ve son mülk değildi. Burada bu mülklerin bir şekilde bir Rum vakfına yeniden tescil edilmesi o kadar önemli değildir. Fakat Patrikhane’nin mülk edinimleri ile “Vatikanlaşma” süreci de başlamıştır.

Patrikhane’nin etrafında bulunan bazı mülklerin hiçbir zaman o kadar para sahibi olması mümkün olmayan cemaat mensupları üzerine satın alınması da ileride bu mülklerin Patrikhane’ye hibe edilmesi ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Burada yapılmak istenen bu mülkleri cemaate kazandırmak değildir, Patrikhane’ye coğrafi alan sağlamaktır. Çok yakında da “Özel Maraşlı Rum İlköğretim Okulu”nun mülkiyetini Patrikhane adına tescil ettirme girişimleri yapacaklardır. Zaten bir Rum vakfı üzerinde olan bu mülkiyetin, Patrikhane’ye geçmesi durumunda ise Vatikan’dan biraz daha büyük bir coğrafi alan elde edilmiş olacaktır.




2012’de yapılacak bir “Çevre” sempozyumunun davetiyesinin 15 ay öncesinden hazır olması ve bir Yunanlı bakanın himayesinde yapılacak olması ise şu soruyu sordurmaktadır: 2012’de Ruhban Okulu açılmış mı olacak?” Kim ne derse desin Rum patrikhanesi; Vatikanlaşma yolunda büyük adımlar atmakta ve atmaya da devam etmektedir.



27 Mart 2011 Pazar

ŞİİR: BAHARA AZ KALDI (BOJİDAR ÇİPOF)



Akşamın gölgesi ile kararan denizin yanında

Yağmur altında bir sahilde yürümekteyim

Dalgalar bana eşlik ediyor ama yalnız değilim

Akşamki esmerin boncuk gözleri de benimle

Yürüyorum şu ahmakıslatan denen yağmurla

İnadına ıslanmanın, umuduna gelen baharın

Rengârenk hoş kokular saracak yine etrafımızı

Karışan parfümlerimizin kokusunu da duyarak

Baharla yoğrulacak üstüme ve üstüne sinerek

Gönlü hoş olanların baharı bir başka olurmuş

Hazır mıyız baharın serininin bize vurmasına?

Hazır mıyız gülü seven bülbül sesine ortaklığa?

Kuşlarla çiçeklerin ortaklığına da şahit olacağız

Zaman daraldı zira Mart bitiyor Nisan şuracıkta

Eskiden her sokakta çiçek dolu bahçeler vardı

Şimdi sadece parklar var erguvanı görmek için

Gülün kokusu havaya egemen olunca gidilen 

İnsana sığınak olan gül bahçeleri de vardı

Şimdi sahil kenarında duygusal sığınaklar var

Bir taş belleyip sonra esmeri de getirmek için

Ya da imgelem dünyamı bahara hazırlamaya

Gamlıların toplandığı izbe yerler kışta kalmalı

Duyguların, gönlün canlandığı günler baharda

Duyumsayacağın o kadar çok şey var ki önünde

Hadi artık bekleme sen de vur kapısını esmerin

Ya da gönlünde kim varsa sarışın, kumral, kızıl

Şimdi çık yağmurla dostluğa ve iyi bak etrafına

Orada bir taş olsun ki yarın sevdiğinle gidersen

Esmer, sarışın ya da kumral olması fark etmez

Ona şöyle dersin: Dün burada seni düşündüm

Yağmur altındayken, içimde rengârenk baharla

Bojidar Çipof

27 Mart 2011



http://www.antoloji.com/bahara-az-kaldi-2-siiri/

BAHARA AZ KALDI


Akşamın gölgesi ile kararan denizin yanında

Yağmur altında bir sahilde yürümekteyim

Dalgalar bana eşlik ediyor ama yalnız değilim

Akşamki esmerin boncuk gözleri de benimle

Yürüyorum şu ahmakıslatan denen yağmurla

İnadına ıslanmanın, umuduna gelen baharın

Rengârenk hoş kokular saracak yine etrafımızı

Karışan parfümlerimizin kokusunu da duyarak

Baharla yoğrulacak üstüme ve üstüne sinerek

Gönlü hoş olanların baharı bir başka olurmuş

Hazır mıyız baharın serininin bize vurmasına?

Hazır mıyız gülü seven bülbül sesine ortaklığa?

Kuşlarla çiçeklerin ortaklığına da şahit olacağız

Zaman daraldı zira Mart bitiyor Nisan şuracıkta

Eskiden her sokakta çiçek dolu bahçeler vardı

Şimdi sadece parklar var erguvanı görmek için

Gülün kokusu havaya egemen olunca gidilen

İnsana sığınak olan gül bahçeleri de vardı

Şimdi sahil kenarında duygusal sığınaklar var

Bir taş belleyip sonra esmeri de getirmek için

Ya da imgelem dünyamı bahara hazırlamaya

Gamlıların toplandığı izbe yerler kışta kalmalı

Duyguların, gönlün canlandığı günler baharda

Duyumsayacağın o kadar çok şey var ki önünde

Hadi artık bekleme sen de vur kapısını esmerin

Ya da gönlünde kim varsa sarışın, kumral, kızıl

Şimdi çık yağmurla dostluğa ve iyi bak etrafına

Orada bir taş olsun ki yarın sevdiğinle gidersen

Esmer, sarışın ya da kumral olması fark etmez

Ona şöyle dersin: Dün burada seni düşündüm

Yağmur altındayken, içimde rengârenk baharla



25 Mart 2011 Cuma

1964’DE YUNANİSTAN VATANDAŞI RUMLAR TÜRKİYE’DEN “SÜRGÜN” DEĞİL “SINIR DIŞI” EDİLDİLER

Son günlerde Rum Patrikhanesi mahreçli birçok makale yazdık ve kamuoyuna “sempatize” edilerek sunulan bazı gelişmelerle ilgili olarak bu gelişmelerin gerçek yüzünü gözler önüne serdik. Adım adım ilerlemekte olduklarını, Patrikhane ile Yunanistan’ın aynı gemide yol almakta olduklarını vurguladık. Ve Lozan Antlaşması başta olmak üzere birçok özel anlaşmaların ve bunların doğal bir gereği olarak; Batı Trakya’daki olayları ve oradaki Türklerin (verilmeyen) haklarını, buradaki Rum Cemaati ve Patrikhane’nin edinimleri ile kıyasladık. Görünen tabloya bakarak da “mütekabiliyet” diye bir kavram olmadığına dikkat çektik. 

Bu arada bazı yabancı fonlarla beslenen, bir kısım medya mensupları ve akademisyenlerin bir sürekli olarak Türkiye Devleti’ne saldırdıklarını ve geçmişte yaşanan bazı olayları yazdık. Bunlar arasından “Varlık Vergisi” ile “6/7 Eylül 1955” olaylarının ise gerçekten Türkiye’nin bir ayıbı hatta bir kara lekesi olduğunu da kabul ettik. 

Fakat Türkiye’nin bu iki kara leke ile birçok başka medeni bildiğimiz ama sömürgecilik ya da soykırımcılık yapan ülkenin aksine ”yüzleştiğini” ve bunların karşılığında yüksek “tazminatlar” da ödediğine değindik. Gerçekten 1942’deki  “Varlık Vergisi” kanunla salınmış bir vergidir ve “6/7 Eylül 1955” olayları da ancak devletin bazı katmanlarının organizasyonu ile oluşabilecek mahiyettedir. 

Bu iki hadise dışında kalan başka tarihsel gerçeklerde, Türkiye’nin bir kabahatinin bulunmadığı ve bunların karşılıklı anlaşmalar ya da uluslar arası hükümler çerçevesinde işlemler yapılmış olmasına karşın; Varlık Vergisi ile 6/7 Eylül’ü de ekleyerek ortaya çıkan bir tabloyu özellikle sergilemeye çalışanlar maalesef azımsanmayacak düzeydedir. 

Eski makalelerimizde de vurguladığımız üzere; Lozan’ı müteakip Türkiye ile Yunanistan arasında akit edilen ikili anlaşmaların da çerçevesinde karşılıklı bir nüfus mübadelesi yapılmıştır. Tekrar etmemek adına birkaç cümle ile şunları yazabiliriz: Türkiye ile Yunanistan’ın müştereken oluşturdukları “Mübadele-i Ahali Komisyonu” bu zorunlu göçü 1923/1924’te organize etmişlerdir. Bu göç vesilesiyle mutlaka mağdur olanlar çoktur ama oluşan mağduriyetlerde tek başına Türkiye suçlanamaz. Ne yazık ki Türkiye’de yerleşik mübadiller ve onların kuşaklarının davranışları ile Yunanistan tarafının davranışları mukayese edilemez. 

1-Türkiye; Lozan’ı tek başına hazırlamadı.  

2-Bu kadar eski bir tarihi olayı irdelerken;  “o günün koşullarını”  da göz önüne almak şarttır. Bu vurgulanması gereken en önemli iki husustur/gerçektir. 

Geçen yazımızda; Türkiye’ye dönmeye hazır ya da bekleyen “120 Bin Rum” ile ilgili gelişmeleri gözler önüne serdik. Atatürk’ün de sıkça tekrarladığı bir gerçek olarak; Rumlar da Türkiye mozaiğinin bir parçasıydılar.  Bu tabi ki doğrudur. Ama 1964’te alınan bir kararla Rumların, Türkiye’den gönderilmeleri; aynı Lozan sonrasında uygulanan “zorunlu göç” gerçeği gibi, 1930 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan, “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”; o günün koşulları ve uluslar arası hükümler çerçevesinde iptal edilmiştir. 

Bu anlaşmanın iptali ve bunun sonucu olarak Rumların gönderilmesinin ise çok somut ve haklı bir sebebi vardır ve bu bunun için de Türkiye suçlanamaz ve suçlanmamalıdır. 

Çünkü 1964’te gönderilenler ya da sınır dışı edilenler TC vatandaşı olmayanlardı. O tarihte hiçbir TC vatandaşı Rum sınır dışı edilmedi. Bir ülke kendi vatandaşı olmayanı, uluslar arası hükümler çerçevesinde her zaman hudut dışına çıkarabilir ve bunun adı “sürgün” değildir. Sürgün tanımlaması; bir ülkenin kendi vatandaşı olanları hudut dışı etmişse yapılabilir. Tabi ki şu gerçeği de göz ardı etmeyelim: TC vatandaşı olup da 1964’te gidenler de oldu ama bunlar aile bağları nedeniyle ve kendi arzularıyla gidenlerdi. 

“İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” manşetiyle ve Atina Teknik Üniversitesi’nde görevli bir profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu” başkanlığındaki “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu”nun bu talebini 1964 şartlarında biraz irdeleyelim ve yazımızın bir yerinde, “O günün koşullarını da göz önüne almak şarttır.” demekle ne kast ettiğimizi de ortaya koyalım. 

Bir önceki yazımızın bir paragrafı şöyleydi

Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslararası yasalarla buradan gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır. Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? İşte şimdi Patrikhane’de yüzlerce papaz olmasını neden istiyorlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar vatandaş olabilirlerse Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benim dedemindi, babamındı” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak. Lozan sonrasındaki karşılıklı “ahali değişiminde” zaten karşılıklı olarak mal takası ile bir nebze haklarını almışlardı. Zaten Türkiye de gelen mübadillere olabildiğince ”toprak” vererek mağduriyetlerin önlenmesini sağlamıştı.  

Yunanistan ayağı ise böyle olmadı! Buradan Yunanistan’a göç eden Rumlara ”TURKOS” dediler ve dışladılar. 

Not: Geçmişimi bilenler benim bir zamanların sıkı gitaristlerinden olduğumu ve bir dönem buzuki de çaldığımı bilirler. Geçen sene ziyaretime gelen gitarist bir eski arkadaşım bana oradaki acı gerçeği aktardı. Adını burada vermek istemediğim ve benden birkaç yaş daha büyük olan bu arkadaşım; oradaki “müzisyenler kahvesi” gibi müzisyenlerin toplandığı bir lokale her gittiğine kendisine hâlâ Yunanca “Hoş geldin Turkos” şeklinde hitap edildiğini ve bundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Bu insanlar orada kendi mahallelerini kurmak zorunda kaldılar ve bazı semtlerde kümelendiler. Bugün dahi bu insanlar orada horlanmaktadır ama zamanı geldiğinde de bu son “120 bin Rum” örneğinde olduğu gibi “maşa” edilmektedirler.    

Türkiye bu insanları sınır dışı etmekle haklı mıydı?  

İrdelemeye şuradan başlayalım: Bugün telaffuz edilen “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” doğru bir tercüme değildir. Bu federasyonun gerçek adı şöyledir: “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”  Manası işe şudur: “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’. İstanbul; Yunanlıların ”Megali İdea” doktrinine göre “Constantinople” (Konstantin’in şehri) olabilir. Fakat artık burası “İstanbul”dur. Hoş bazı entel dantellere göre Fatih Sultan Mehmet ne kötü bir adamdır ve ne de kötü etmiştir şu “Constantinople”yi fetih etmiştir...

İstanbul için hâlâ bu adı kullanmak resmen “bölücülük”tür ve burada gözlerinin olduğunun göstergesidir. Anadolu üzerinde Rumluğun esamesinin kalmadığı yerler adına yıllardır Patrikhane’nin metropolitlikler ihdas etmesinin ne anlama geldiği şimdi açıklanabilir duruma geldi.  

Bir kanaviçe gibi yavaş yavaş bizi örüyorlar ve örtü bitmek üzere! Bu şekilde tanımlamak bir komplo teorisi mi acaba?   

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Aralık 1963 sonunda ise Kıbrıs’ta,  Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik olaylar gerçekleşti. 20 Aralık’ta Türk köylerinde başlayan kıyım “24 Aralık Noel Gecesi” ellerindeki silahları Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesine çeviren “dini bütün Hıristiyanlar” eşi Mürüvvet, küçücük evlatları Kutsi, Hakan ve Murat’a doğrultular. Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de büyük bir infial yarattı. 103 köy boşaltıldı toplamda 25 Bin kişi sürgün oldu. (22 Aralık 1985 Milliyet)   

Bu arada 1964 başında bir gelişme oldu ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren bir “Yunan” derneği ortaya çıkarıldı.   

Bu derneğin adı yine şimdi bu ortaya çıkan“Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’ örneğinde olduğu gibi yanlış tercüme edilmiş ve  esas kimlik gizlenmişti. Derneğin gerçek adı; “Elliniki Enosis” yani “Helenik İlhak”tı. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış toplanması “İsmet İnönü Hükümeti”ni harekete geçirdi.   

Burada şu iki vurguyu yapmak gereklidir:   

1- “Enosis” yani “İlhak” Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasının simgesel söylemidir. 

2- Kıbrıs’a gittiğinden sonra bu olayları tetikleyen ve “Kanlı Papaz” olarak bilinen “Makarios”; Kıbrıs’tan evvel İngiltere’nin Başpiskopos’uydu. Ve oradaki Yunanlılardan/Rumlardan “zorla” bağış ya da “haraç” topladığı için yapılan ihbarlar neticesinde ve İngiltere’nin tepkisi üzerine; devrin Rum Patriği “Athenagoras” tarafından Kıbrıs’a tayin edilmiş ve sonra da bilinen “Kıbrıs Olayları” patlak vermişti.   

Kıbrıs’ı Yunanistan’a “ilhak etmek” için vuku bulan bu senaryo bir yandan işlerken ve semeresini de vermek üzereyken, savaşa ramak kalınan bir ülkenin ”gizli” bir derneği ile burada “haraç” toplanıyordu.  
Derneğe yapılan baskında binlerce -ki bunların yaklaşık tümü burada 1930 anlaşmasına istinaden bulunan ve TC vatandaşı olmayanlardı- “bağış sahibinin” adı ortaya çıktı. Bu gerçek; ne yazık ki çok sınırlı kaynakta bulunan ve  ”gizlenen tarih”tir. 

İşte bu durum karşısında henüz “Kanlı Noel”in acısı içinde bulunan Türkiye; 1930 yılındaki “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı Türkiye adına imzalayan İsmet İnönü’nün verdiği bir önerge ile bu anlaşmayı feshetti ve Türkiye’de yerleşik Yunanistan vatandaşlarının 6 ay içinde ülkeyi terk etmesi şeklinde bilinen süreç başladı.    

1964 Sürgünleri; sürgün değildirler. Kendi vatandaşı oldukları ülkeye hudut dışı edilen Yunanlılardır. Sürekli çarpıtılan bu konu ile ilgili; Yunanlıları ”mazlum”, Türkiye’yi de “zalim” gösterme gayreti içinde olanlar, bu ayrıntıların ortada olmasını istemezler. Çünkü savaş teyakkuzu içindeyken ortaya çıkan “Helenik İlhak Derneği”  ve “Kanlı Noel”le tetiklenen ve Yunan vatandaşlarını hudut dışı edilmelerine neden olan süreç; çok “yanlış” ve “yanlı” olarak saptırılmaktadır.

Geçen ay ortaya çıkan “120 Bin Rum Vatandaşlık Bekliyor” haberi ise öyle sunulduğu gibi ”sempatik” değildir ve çok “vahim” bir durum söz konusudur.

21 Mart 2011 Pazartesi

ŞİİR: NE KADAR ZORLARSAN ZORLA OLMAYINCA OLMUYOR (BOJİDAR ÇİPOF)

 

Ne kadar zorlarsan zorla olmayınca olmuyor

Yaşamak artık zor sanat oldu bu gezegende

Yaşam sürecine temâşa gibi bakanlar vardır

Onların dahi artık işleri zor, fazlasıyla hem de

Herkes borçlu ama alacaklı kim bu bilinmiyor

Borç deyince illa para değil ruhlar da borçlu

Kimi kartla krediyle, kimi de tutmadığı sözle

Kafalar karışık, işler ise daha da karmakarışık

Bu karışıklıkta hani insanlar barışık olsa iyi de

Kendisiyle barışık değil ki kişi etrafıyla olsun

Vehimler basmış kafaları çoktandır bu böyle

İşte bundan dedik başta zorlasan da olmuyor

Yaşam denen sanatı akışa bırakmak gerek

Zira ecinni taifesi de işbaşında boş bırakmıyor,

Kafana sokacak bir illet bulmakta çok mahirleşti

Rûhun güzel de olsa kirlenmemesi için çaba şart

Gel de çık işin içinden, birini bu arada kalbine al

Bir boşluk kalmadı ki nereye koyacaksın yer yok!

Ne kadar çok zorlarsan zorla olmayınca olmuyor

Bulsan da bu böyle aramada olsan da bu böyle

Büyülü bir hayal âleminde sanalda geziniyoruz

Genel; kör cesaretiyle atışa devam durumunda

Bu kör cesareti mi olmayan medeni cesaret mi?

Şahikayı bulmak için mi anı doldurmak için mi?

O kadar çok sorulacak soru var ki yaşamda ama

Çoğu bunları sormayı unuttu hal hatır adap gibi

Gel şimdi gerçekten çık işin içinden çıkabilirsen

Ya sele kapılır sokağa katılırsın ya da beklersin

Ne kadar zorlarsan zorla olmayınca olmaz zira

Anın gelmesi gerek...

Bojidar Çipof
21 Mart 2011

http://www.antoloji.com/ne-kadar-zorlarsan-zorla-olmayinca-olmuyor-siiri/

NE KADAR ZORLARSAN ZORLA OLMAYINCA OLMUYOR


Ne kadar zorlarsan zorla olmayınca olmuyor
 
Yaşamak artık zor sanat oldu bu gezegende
 
Yaşam sürecine temâşa gibi bakanlar vardır
 
Onların dahi artık işleri zor, fazlasıyla hem de
 
Herkes borçlu ama alacaklı kim bu bilinmiyor
 
Borç deyince illa para değil ruhlar da borçlu
 
Kimi kartla krediyle, kimi de tutmadığı sözle
 
Kafalar karışık, işler ise daha da karmakarışık
 
Bu karışıklıkta hani insanlar barışık olsa iyi de
 
Kendisiyle barışık değil ki kişi etrafıyla olsun
 
Vehimler basmış kafaları çoktandır bu böyle
 
İşte bundan dedik başta zorlasan da olmuyor
 
Yaşam denen sanatı akışa bırakmak gerek
 
Zira ecinni taifesi de işbaşında boş bırakmıyor,
 
Kafana sokacak bir illet bulmakta çok mahirleşti
 
Rûhun güzel de olsa kirlenmemesi için çaba şart
 
Gel de çık işin içinden, birini bu arada kalbine al
 
Bir boşluk kalmadı ki nereye koyacaksın yer yok!
 
Ne kadar çok zorlarsan zorla olmayınca olmuyor
 
Bulsan da bu böyle aramada olsan da bu böyle
 
Büyülü bir hayal âleminde sanalda geziniyoruz
 
Genel; kör cesaretiyle atışa devam durumunda
 
Bu kör cesareti mi olmayan medeni cesaret mi?
 
Şahikayı bulmak için mi anı doldurmak için mi?
 
O kadar çok sorulacak soru var ki yaşamda ama
 
Çoğu bunları sormayı unuttu hal hatır adap gibi
 
Gel şimdi gerçekten çık işin içinden çıkabilirsen
 
Ya sele kapılır sokağa katılırsın ya da beklersin
 
Ne kadar zorlarsan zorla olmayınca olmaz zira

Anın gelmesi gerek...

Bojidar Çipof   21 Mart 2011 



17 Mart 2011 Perşembe

BOJİDAR ÇİPOF 14 MART 2011 ART (AVRASYA) TV'DE


Bojidar Çipof; 14 Mart 2011'de ART TV'de Gözde Kılıç Yaşın'ın sunduğu "21.Yüzyıl'da Dünya" programına telefonla konuk oldu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Yunanistan ziyaretinin provokasyon olarak algılanması ve Yunan Basını’nda bu ziyarete yapılan tepkiler ile son günlerde ortaya çıkan 120 bin Rum'a vatandaşlık talebi hakkında; "İkumeniki Omospondia Konstantinupolition" (Konstantinopleliler'in Ekümenik Federasyonu) Başkanı Nikolaos Uzunoğlu’nun Türkiye’deki televizyonlara verdiği beyanlar ile bu oluşumun Türkiye'de ne yapmak istediğini ve bunun Batı Trakya’daki Türklerle mütekabiliyet esasları açısından ne anlama geldiğini analiz etti

14 Mart 2011 Pazartesi

DAVUTOĞLU’NUN YUNANİSTAN GEZİSİNİN VE 120 BİN RUM’UN TÜRKİYE’YE GERİ DÖNMEYE KALKIŞMASININ ANALİZİ

Dışişleri Bakanı “Ahmet Davutoğlu” Türkiye’den bir heyetle geçtiğimiz hafta “Batı Trakya”daydı. Bu gezi kapsamında İskeçe ve Gümülcine’deki Türklerle bir araya gelindi. Daha sonra ise Türkiye Selanik Başkonsolosluğu ve “Atatürk’ün Evi” ile Selanik’teki Osmanlı eserleri ziyaret edildi ve Selanik Belediye Başkanı “Yannis Butaris” ile de görüşüldü.
Yunan Medyası” bu gezi nedeniyle Davutoğlu’nu “porovokatör” ilan etti ve aleyhine yazmadığını bırakmadı, Batı Trakya’daki Türklerle ilgili söylemlerini de “aşırı tahrik” olarak niteledi. Bu öfkeye neden olan husus, Davutoğlu’nun oradaki Türklere “Müslüman Türkler” diye hitap etmesi ve “Seçilmiş Müftüler” ile görüşmesi oldu.
Peki, Davutoğlu oradaki Türklere ne demeliydi, nasıl hitap etmeliydi de Yunanlılar kızmasın?
Yunanistan’ın dediği gibi “Müslüman Helenler” ya da “Yunanlı Müslümanlar” mı demeliydi ya da seçilmiş müftülerle değil de Yunanistan’ın seçtiği ”kukla” müftüleri mi muhatap alsaydı ve onlarla mı görüşseydi?
Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis”, “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi. Böyle bir nezaketsizliği Türkiye’ye gelen bir yabancı devlet adamı için burada duyabilir misiniz? Yunanistan başta Rum Patrikhanesi ile ilgili olarak bizim aleyhimizde ne kadar söylemlerde bulunduğu, ortada olan bir gerçektir.
Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu; 7 Ocak 2011’de, Erzurum 2011 Kış Oyunları” ve “Büyükelçiler Toplantısı”nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuğu olmuş ve oradaki konuşmasında neler döktürmüştü, bunlar hafızalarımızdadır...
Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis” da Papandreu'nun Erzurum’da “cesaret” ve “kararlılık” gösterdiğini" söylemiş ve “Son yıllarda belki de ilk kez bir Yunanlı başbakan bu kadar şiddetle ve hem de belirli bir dinleyici kitlesi önünde milli çıkarlarımızla ilgili tezlerde bu denli cesaret, kararlılık ve açıklık gösterdi. Başbakan, Yunanistan ile Türkiye arasındaki işbirliğine apaçık ön koşullar koydu. İhlâllerin ve “Casus Belli”nin iyi komşuluk ilişkilerine yakışmayan ve Türkiye'nin AB perspektifi ile bağdaşmayan tavırlar olduğunu vurguladı. Kıbrıs sorununa uluslararası hukuk kurallarına saygı çerçevesinde adil ve kalıcı bir çözüm istedi. Yunanistan, bir kez daha PASOK hükümeti ile ses ve argüman sahibi olduğunu ve uluslararası alanda varlığını kanıtladı.” demişti.
Yahu, Dışişleri Bakanı Davutoğlu orada Yunanlıları bu kadar öfkelendirecek ne dedi? Yunanlıların hükümet sözcüsü işte yine resmi tavırlarını ortaya koydu ve “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi.
Türkiye, buradaki Rumlara ve Rum Patrikhanesi’ne böyle mi davranıyor? “Mütekabiliyet” diye bir kavram var ama bunun “mütekabisi” yok. Bunun adı, tek taraflı vermektir. Biraz argo deyişle “yolunan kaz” durumundayız!
Yorgo Papandreu Erzurum’da, kameraların önünde canlı yayında ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gözüne baka baka, “KKTC’de Türk Askeri işgalcidir, Kıbrıs'ta işgal sürdükçe Türkiye AB üyesi olamaz.” demişti, “Türkiye neyi ispat etmeye çalışıyor. Tehditlerle hiçbir sorunu çözemezsiniz. Gerginlik aramızda ki ilişkileri zedelemektedir.” demişti...
Bu iki ziyareti karşılıklı kıyaslamaya kalktığımızda midemize “kramp” giriyor. Gerçekten “mütekabiliyet” ve “diplomatik nezaket” denen olgular Yunanistan’da Türkiye’ye karşı yok ve zaten hiç de olmadı...
Neden böyle sanki bizi efsunlamışlar gibi hep susuyoruz ve bizde taviz istediklerinde verdikçe de veriyoruz? Neden “mütekabiliyet” hiç aklımıza gelmiyor?
Tabi bir de şu var: Yunanistan’a ve Rum Patrikhanesi’ne son birkaç yılda o kadar çok tavizden de öte “edinimler” sağladık ki, ülkemiz çıkarlarına ters olan konularda o kadar çok “kolaylıklar” sağladık ki biz bu konuda gerçekten mi basiretimizin bağlandığı bir noktadayız. Bunu anlamakta zorlanır olduk. Hani basit bir kazayı ya da yaralamayı dakikalarca, sayfalarca yazan, sunan medyamız da nerede? Milli değerler açısından o kadar çok tavizler verdik ya da “hoşgörü” ile “gafleti” birbirinden ayrıştıramadık ki... Rum Patrikhanesi içeride, Yunanistan Batı Trakya’da, Kıbrıs’ta, Ege’de ve AB platformunda bize vurdukça vuruyor ve aldıkça da alıyor.
Bari şu Yunanlılara basınımız biraz “mütekabiliyet” etse...
Davutoğlu Batı Trakya’dakilere “Müslüman Türkler” diye hitap etti ve "Yunanca konuşan İstanbul Rumlarını nasıl ki bizim Yunan diye adlandırmamız en doğal şey ise sizin de anadilinizi ve dininizi korumanız da sizin en doğal hakkınızdır." dedi diye bakın ne manşetler atıldı.
Ta Nea Gazetesi, "Davutoğlu Yunanistan’ı Türk Azınlık ile tahrik ediyor" başlıklı haberinde şöyle yazdı: “Davutoğlu; Trakya Azınlığı'nı "Türk" olarak tanımladı ve haklarını Avrupa'da aramalarını istedi. Yaptığı konuşmalarda, “dillerinizi, dininizi ve kimliklerinizi korumalısınız, biz de size her zaman yardımcı olacağız ve bu konularda da sizi cesaretlendireceğiz.” demekle Yunanistan’ı tahrik etmiştir” şeklinde yazdı.
Elefteros Gazetesi ise: "Davutoğlu, Trakya Müslümanlarını ayaklandırıyor” manşeti attı.
Aklımıza Patrikhane ve Fener Rum Patriği geldi! Her fırsatta; “Çok zor durumdayız. Burada kendimizi Çarmıha gerilmiş hissediyoruz.” diyorlar ya...
Bu ve bunun gibi daha çok serzenişleri, şikâyetleri her fırsatta zaten dillendiriyorlar. Buna karşın, Türkiye’nin sağladığı çok sayıda korumayla dolaşan/korunan, VIP kapılarından girip çıkan, her fırsatta Başbakan düzeyinde devlet adamlarıyla aynı masada ve karede yer alan Rum Patriği’ne ve ekibine daha ne yapılmalıdır, daha ne kadar taviz verilmelidir?
Rum Cemaati için ise bir şey demeye gerek yok! Her Türk vatandaşından onların ne farkları vardır? İdari açıdan da Türk Halkı tarafından kendilerine gösterilen iyi komşuluk ve sevgi açısından da bu böyledir.
Burada tamir edilmesine izin verilmeyen bir Rum kilisesi yoktur. Cemaatin ihtiyacının çok üstünde olmasına karşın bütün Rum kiliseleri korunmaktadır ve açıktır. Her türlü tamir ve onarım, yapı yönetmeliğine uygun ruhsatlarla verilmektedir, sağlanmaktadır. Rum Patrikhanesi’nin binalarının Özal döneminde yeniden inşa edildiğini ve eskisinden kat kat büyük olarak inşa edildiğini de bu arada anımsayalım.
Bir “mütekabiliyetsizlik” gerçeği olarak ise Batı Trakya’daki camiler ve okulların tamirleri için türlü zorluklar çıkarılmakta, vakıfların adlarında “Türk” adı dahi kabul edilmemektedir. 2 bin kişi kadar olan Rum Cemaati’nde 60 kadar kilise var iken, Yunanistan’da süreç içinde el konulan hatta “diskotek” dahi yapılan camiler bulunmaktadır. Selanik ve hele Atina’da ibadet etme olanağı Müslümanlar için çok kısıtlıdır.
Şimdi Davutoğlu’nun Yunanistan ziyaretinde görüştüğü Selanik Belediye Başkanı “bir cami yapımına yardımcı olabileceğini” söylemiş. Bu söyleme de bizim medyamız manşet üstüne manşet atmıştır. “Aferin sana iyi Yunanlı başkan” demediğimiz kalmıştır...
Muhteremler! Altımızdaki toprak suya akıyor ama bizde ”tık” yok. Nedense bizde sadece olmayacak duaya “manşet” üstüne “manşet” atılıyor...
6 Ocak’ta Haliç’te suya Haçın atılma töreni esnasında duyulan ezan sesi üzerine Rum Patriği Bartholomeos ezanın bitmesini bekledi diye adamı “aziz” ilan etttik. Yani o esnada törene devam etseydi “Vay, ezana saygısızlık edildi” mi diyecektiniz? Bu adamlar Bizans’ın torunlarıdır hiç tongaya düşerler mi?
Papandreu, Erzurum’da Türkiye’ye “işgalci” ve daha neler dedi, bunlar haber niteliğinde sayılmadı ama aynı Papandreu, stadyumda bir cümle “Türkçe” konuşması manşetlerden inmedi.
Basiretimiz Yunanlılara/Rumlara karşı bağlı vesselam... Hadi bir hayırsever bulunsun ya da bir fon yaratılsın da bakalım “Selanik’te bir cami yapılmasınayardımcı olabileceğini” söyleyen Belediye Başkanı “Yanis Butaris”i ortada bulabilir misiniz?
Büyükada Rum Yetimhanesi’nin tapusunu Patrikhane’ye verdik...
13+1 Yunan asıllı papaza TC pasaportu da verdik. Şu anda 11 kişinin daha işlemleri yürüyor...
Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmamızı istiyorlar...
Rum Patrikhanesi’ne Ekümenik olarak kabul etmemizi ve tüzel kişilik olarak tanımamızı istiyorlar...
Yapılan tüm manevralarda, Kıbrıs’tan da önemli olan husus Rum Patrikhanesi’nin “EKÜMENİKLİĞİ”dir... Rum Patrikhanesi’ni Ekümenik kabul etmek ise Türk toprakları üzerinde “ORTODOKS HALİFELİĞİ” kurulmasını resmen kabul etmektir...”
Bir sonraki adım da “Megali İdea” doktrinine göre “BİR GÜN İSTANBUL’un KONSTANTİNOPOLİS OLMASI ve BİZANS’IN TEKRAR İHYA EDİLMESİDİR...” Sıra şimdi sanırız buna geldi!
Geçen 10 Mart’ta “Habertürk Televizyonu”nda, Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu Başkanı Prof. Nikolaos Uzunoğlu’nun ağzından ortaya konan “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” talebi ile de şaşkınlığa uğradık.
Türkiye toprakları üzerinde “Yunancılık” faaliyetleri ile bilinen ama medyamızda birkaç ufak ajans haberi dışında pek yer almayan, 1951 İstanbul doğumlu, Atina Teknik Üniversitesi’nde halen Profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu”, “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı” sıfatıyla çok önemli açıklamalarda bulundu.
Bugüne değin Patrikhane ve Rumlarla ilgili tüm haberler ve gelişmeler ile kendileri açısından çok büyük edinimler sayılabilecek hususlar hep “hoşgörü” çerçevesinde ve basit bir hadise gibi medyamızda yer buldu. Kendilerine “entelektüel” tanımlaması yapan çevreler de bu edinimlere hep ”alkış” tuttu. Ama artık durum böyle “hoşgörü” çerçevesinde değerlendirilemeyecek bir boyuta geldi.
Sıra işgale mi geldi diye artık korkmaya başladık! Çünkü bunu da yine çok “sempatik” olarak şöyle sundular:
“İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor”...
Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslararası yasalarla buradan gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır. Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? İşte şimdi Patrikhane’de yüzlerce papaz olmasını neden istiyorlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar vatandaş olabilirlerse Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benim dedemindi, babamındı” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak.
 Bu iş; “Ne güzel Yunanlı kardeşlerimiz gelsinler” değil. Bu iş; “sirtaki, zeytinyağlı dolma ve pilaki” işi hiç değil.
İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” da doğru bir tercüme değil. Bu federasyonun orijinal adı; “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”dur. Tercümesi ise; “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’dur.
Nikolaos Uzunoğlu, 13 Eylül 2008’de “Atina Classical Akropol Otel”de “Septemvriana 6/7-9-1955” adı altında Türkiye’yi yerden yere vurmuştur. Nikolaos Uzunoğlu, 28 Haziran 2010’da “Yunanistan Kapadokya Dernekleri Birliği” ve “Konaklı Belediyesi” ile müştereken Ürgüp’te yapılan bir sempozyumda konuşmacı olmuş ve oradaki insanların gözünü “sirtaki”, “pilaki” ve “buraya turist akacak, para yağacak” ile boyamış olan kişidir ve geçtiğimiz hafta “İmroz ve Bozcaada” dernekleri temsilcileri ile bir toplantı yapmıştır. Uzunoğlu’nun üst düzey 4 yöneticimizle de -kendine göre- çok tatminkâr görüşmeler yaptığı ve mutlu olduğu da Yunanistan kaynaklarında var.
Kapadokya, Ege, Marmara ve Karadeniz’de durmak bilmeyen bir Yunan sirkülâsyonu var. Durmuyorlar, bizden sürekli tavizler alıyorlar ve adımlarını artık sıklaştırdılar!
15 Ağustos’ta “Sümela Manastırı”ndaki ayin de bu “120 bin” kişilik vatandaşlık talebi gibi çok “sempatik” bir şekilde medyamızca sunulmuş ama sonra anlaşılmıştı ki seçilen 15 Ağustos tarihi, Fatih Sultan Mehmed’in, “Trabzon Rum İmparatorluğu”nu yıkmasının yıldönümüdür.
16 Mart ve öncesinde Yunanistan’da yapılacak etkinlikler ile Yunan Medyası dikkatle izlenmelidir. Çünkü 16 Mart 1964; “İsmet İnönü”nün 1930 tarihli “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı yasa ile iptal ettiği tarihtir. Bu Türkiye’nin başına “kara leke” gibi çalınmak istenen “1964 Sürgünleri” meselesinin aynı Trabzon’da olduğu gibi rövanşını almaya yöneliktir.
1964’te “Kıbrıs Olayları” baş gösterdiğinde “ “İsmet İnönü” tarafından 16 Mart’ta alınan bir kararla; Türkiye’de yerleşik “Yunanistan Vatandaşları”nın 6 ay içinde ülkelerine dönmelerini öngören bir yasa çıktı ve 6 ay beklemeden yürürlüğe sokuldu. Zira ortada, bu iki ülke arasında oluşan bir “savaş hali” vardı.
Dünya’nın her ülkesi, ikamet tezkeresi (oturma müsaadesi) ya da vize ile topraklarında bulunan kimselerin ülkesini terk etmesini isteyebilir ve bu uluslararası anlaşmalarda yeri bulunan bir durumdur. Resmi istatistiklerde “12.832” kişi görünmekle birlikte, bu sayı aile bağları dolayısı ile doğan zaruri göç edenlerden kaynaklanarak “30 bin” dolayındadır.
1964 Sürgünleri” yakın süreçte devamlı olarak Türkiye’nin başına kakılmaya başlanan bir hal almış durumdadır. Türkiye 1964’te kendi vatandaşlarına “gidin” demedi. Gidenler kendi rızaları ile ya da mecburi aile bağları nedeniyle gittiler.
Artık bunun rövanşını almak üzere ve resmen harekete geçmişlerdir. Bu iş Sümela’da bir ayinden çok ötedir. İşin içinde “120 bin” kişiye vatandaşlık verme durumu vardır. Bu da mı sempatiktir? Bu da mı iyi komşulukla, sirtakiyle, dolmayla, zeytinyağlı Rum mezeleriyle açıklanacak bir durumdur?
16 Mart’ta bakalım neler olacak ve Yunan/Rum tarafı daha ne kadar yol alacak. “Yol alacaklar” diyoruz çünkü gerçekten yol alıyorlar ve almaya da devam edecekler. 

12 Mart 2011 Cumartesi

BU İŞ ARTIK “SİRTAKİ” VE “PİLAKİ”DEN İBARET DEĞİL!

120 bin Yunanlı; Türk vatandaşlığı almak istiyormuş. Bu kişiler, 1964’te Türkiye’den gönderilen Rumlar ve bunların ikinci kuşak çocuklarından oluşuyormuş.Yazımıza “mış”larla başladık! Cumhuriyet döneminde yaşanan bazı olaylar, son zamanlarda bir “güruh” Türkiye’yi kötü ve zalim göstermek ve akla gelecek ne kadar insanlık suçu içeren, münasebetsiz iş varsa; bunları yapmış bir ülke olarak lanse etmek için el birliğiyle çalışmaktalar...

Ulusal hedefi ya da ülküsü yani “Megali İdeası “Bir gün İstanbul’un yine Konstantinopolis olması” olan bir ülke durumundaki Yunanistan’ın, baş aktör olduğu bu kötü propagandanın temel ayaklarından biri de İstanbul Rumları ile ya da onları kullanarak yapılır ve çokça “mış” ile “miş” içerir.

Geçtiğimiz haftada ortaya çıkan, 120 bin Yunanlının Türk vatandaşlığı almak girişimi hakkında bir analize girmeden evvel Yunanistan’ın ve onun Türkiye’deki temsilcisi konumundaki, Fener Rum Patrikhanesi ile Türkiye Devleti arasındaki temel sorunları ya da onlar tarafından sorun şeklinde sunulan temel hususları irdeleyelim.

1- Lozan ve Mübadele
2- Varlık Vergisi
3- 6/7 Eylül Olayları
4- 1964 Sürgünü

LOZAN ANLAŞMASI VE MÜBADELE:  

Dört müttefik ülke olan; İngiltere, Fransa, İtalya Japonya bu konferansın toplanması çağrısı yapan ülkelerdir. Bunların yanı sıra; Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Amerika Birleşik Devletleri ise çağırılan beş ülkedir. Bulgaristan ise konferansta gözlemci olarak bulunmuştur.

Lozan’da imza altına alınmış maddeler, kararlar Türkiye’nin tek başına verdiği kararlar değildir. Kararlar; büyük bir heyetin baskısı altında alınmıştır ve bunlardan biri de Lozan Anlaşmasının, Yunanistan’la yapılan Ek Protokolüdür. Buna göre; Türkiye’de yaşayan Rumlar ve Yunanistan’da yaşayan Türkler karşılıklı göç ettiler. Bunun adı “Türkiye ile Yunanistan Nüfus Mübadelesi”dir ve “din” esasına dayanan zorunlu bir göç (mübadele) olmuştur.

Bu ek protokol mucibince, İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada’da yaşayanlar dışındaki tüm Rumlar ile Batı Trakya’da yaşayanlar dışındaki tüm Türkler mübadele ile yaşadıkları yerlerden ayrılmak durumunda kaldılar. Göç elbet yani “mübadil olmak elbette ki güzel bir durum değildir. Zira insanlar evlerinden, yurtlarından, işlerinden velhasıl doğup büyüdüğü yerlerden ayrılmak zorunda kalmışlardır.

Türkiye ile Yunanistan’ın müştereken kurdukları ”Mübadele-î Ahali Komisyonu” ya da “Karma Komisyon” bu karşılıklı göçü organize etmiştir. Yunanistan ile Türkiye mübadeleyi müştereken yönetmişlerdir. Karma Komisyonun merkezi; “Ekim 1923”den “21 Haziran 1924'”e kadar Atina’da ve bu tarihten sonra, tasfiye edilene kadar İstanbul'da kalmıştır.  

Şimdi bazı kişi ve sivil toplum oluşumları ile vakıflar sanki Lozan’ı ve Mübadeleyi; Türkiye tek başına kararlaştırdı ve uyguladı gibi sürekli anti propaganda halindedirler.  

Mart 2009’da “Tesev Vakfı” adına bir rapor hazırlandı ve kitaplaştırıldı. Raporun ana başlığı “BİR ‘YABANCI’LAŞTIRMA HİKÂYESİ” ve alt başlığı ise “Türkiye’de Gayrimüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu”dur ve hazırlayanlar Av. Kezban Hatemi ile Dilek Kurban’dır. 

Raporun ilk paragrafı şöyle başlar: “Türkiye’nin Cumhuriyet ile yaşıt olan ‘azınlık sorunu’, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 1923 senesinden bu yana ülkenin temel siyasi meselelerinin başında yer almaktadır.

Lozan temel bir mesele ise bu “temel mesele”nin salt Türkiye’nin sırtına yüklenmek istenmesi ise anlaşılamazlardan biridir. Burada çok ilginç bir nokta ise rapora katkıda bulunanlara yapılan şu teşekkürdür:

TESEV, bu raporun yayımlanması ve tanıtılmasındaki katkıları için Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu, Açık Toplum Vakfı ve TESEV Yüksek Danışma Kurulu’na Teşekkür eder.

Açık Toplum Vakfı”nın bir “Soros Eseri” olduğunu anlamak için interneti şöyle bir tıklamak kâfidir ve bu vakfın başta medya ve akademik çevreler olmak üzere ülkemizdeki “entelektüel” yapıya yıllık yüz milyon dolarlarla ifade edilen yardımlar yaptığı da bir gerçektir.

Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu’nun ise bu yaratılmak istenen paradigmadaki yerini anlamakta zorlanmaktayız. Burada eğer Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu’nu aktörler arasında görseydik, bunu anlamakta zorlanmazdık. Ancak Hollanda’nın da bu sahada yer almasını şu meşhur, “Amcam beni niye öptü?” sözü ile bağdaştırmak gerçek bir tespittir kanaatindeyiz.

VARLIK VERGİSİ:  

Aşırı milliyetçi tavrıyla bilinen “Şükrü Saraçoğlu Hükümeti”nin, 5 Ağustos 1942’de Meclise sunduğu Hükümet Programında yer alarak 11 Kasım 1942'de “4305” sayılı kanun olarak yasalaşmış bir kanundur. Bu yasaya göre; tamamı gayrimüslimlerden oluşan bir listeye çok yüksek miktarlarda vergi salınmış ve ödeyemeyenler Aşkale’ye zorunlu çalışmaya sürgün edilmişlerdir. Devlet bütçesi 394 milyon lira olan bir dönemde Varlık Vergisi’nden 315 milyon lira toplanmıştır ve bu rakamın %70’i İstanbul’dan tahsil edilmiştir. Türkiye her ne kadar bu vergilerin karaborsacılara ve vergi kaçakçılarına kesildiğini iddia etse de bu; Dünya’da çok büyük bir skandal olmuş ve tepkiler karşısında 1943’te buna son verilmiştir. 

6/7 EYLÜL1955 OLAYLARI:  

6 ve 7 Eylül olayları; Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi ile başlayan ve 2 gün İstanbul’da süren, en çok Rumları hedef almakla birlikte diğer gayrimüslimlerin de ev ve işyerlerine yönelik bir yağma hadisesidir. Devletin bizzat örgütlediği iddia edilmekte ve bunda hakikat payı da bulunmaktadır.

4 Madde halinde verdiğimiz temel hususlardan “Varlık Vergisi” ile “6 ve 7 Eylül Olayları” Türkiye’nin bir ayıbıdır ve sırtındaki kara birer lekedir. 

AMA TÜRKİYE BUNLARLA YÜZLEŞMİŞTİR, KABUL ETMİŞTİR ve TAZMİNAT ÖDEMİŞTİR. 

1964 SÜRGÜNLERİ:  

Türkiye’nin “kabul” ettiği ve “tazmin” de ettiği bu iki “kara leke” dışındaki ve sürekli isnat edilmeye başlanılan baş ağrıları arasında, bir de “1964 Sürgünleri” vardır. Ve geçtiğimiz hafta ortaya çıkan, bunların hayatta olanları ile ikinci kuşaklarına yönelik “120 bin vatandaşlık” talebi yeni bir krizin başlangıcı gibi görünmektedir.  

Lozan’dan ve Mübadele’den sonra Türkiye ile Yunanistan’ın arası 1925 yılında Patrik “Konstantin Araboğlu” vakası ile açılır ve ilişkiler 1930’a kadar kötü bir seyir izler. 1930’a Atatürk ile Venizelos arasındaki oluşan dostluk sonucunda imzalanan “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması” ile buzlar çözülür ve ilişkiler normalleşir. Bu anlaşma mucibince; karşılıklı ikamet ve ticaret artar. Bu anlaşmadan nemalanan Yunan/Rum tarafıdır. Zira Türkiye’den Yunanistan’a doğru istatistiklere girecek mahiyette bir ticaret/yerleşim akış olmamıştır.

İstanbul ağırlıklı olarak ikamet eden Yunan/Rumların sayısı bu süreçte hızla artar. Yeni gelenlerin buradaki Rumlarla oluşan evlilik bağları neticesinde; ailelerde farklı vatandaşlık durumu ortaya çıkar. Bir kısım fertleri Yunan, bir kısım fertleri Türk vatandaşı olan ailelerin sayısı binlerle ifade edilir.

1964’te “Kıbrıs Olayları” baş gösterdiğinde “16 Mart”ta “İsmet İnönü” tarafından alınan bir kararla; Türkiye’de yerleşik “Yunanistan Vatandaşları”nın 6 ay içinde ülkelerine dönmelerini öngören bir yasa çıkartır ve 6 ayı beklemeden yürürlüğe sokulur. Zira ortada; bu iki ülke arasında oluşan “savaş hali” vardır.

Dünya’nın her ülkesi; ikamet tezkeresi (oturma müsaadesi) ya da vize ile topraklarında bulunan kimselerin ülkesini terk etmesini isteyebilir ve bu Uluslararası anlaşmalarla kabul edilmiş bir durumdur. Resmi istatistiklerde “12.832” kişi görünmekle birlikte, bu sayı aile bağları dolayısı ile doğan zaruri göç edenlerden kaynaklanarak “30 Bin” dolayındadır.

1964 Sürgünleri” yakın süreçte devamlı olarak Türkiye’nin başına kakılmaya başlanan bir hal almış durumdadır. Türkiye 1964’te kendi vatandaşlarına “gidin” demedi. Gidenler kendi rızaları ile ya da mecburi aile bağları nedeniyle gittiler. Son birkaç sene içinde bırakalım 1964’ü artık “Lozan”dan ötürü ve mutabakatla yapılan “zorunlu göç” de artık Türkiye’nin sırtına kara leke olarak eklenmek istemektedir.

Yukarıda yazdığımız "Hollanda" örneği gibi, Fener Rum Patrikhanesi’nin arkasına aldığı ABD ve AB ülkelerinin desteği ile artık sadece Yunanistan’ın baş aktör olmadığı bir süreç içinde, sürekli Türkiye’ye saldırılmaktadır.

Büyükada Yetimhanesi’nin tapusunun Patrikhane’ye tescil edilmesi, 2010 sonlarında 14 Yunanlı papaza Türk vatandaşlığı verilmesi ve bu sayının arttırılmasına çalışılması ki 11 kişi için şu anda yürüyen işlemler bulunmaktadır. Yeni listelerle papaz sayısı daha da çok arttırılmak da istenmektedir/istenecektir, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması talebi ve Patrikhane’ye “Ekümenik” statüsünün verilmesi ise son büyük taleptir.  

İstanbul’da bulunan “2 bin” dolayındaki "Rum Cemaati" için 100 kişiye varan papaz ve metropolit kadrosunun kişi başına bölünmesiyle ”dini ihtiyaç” adına çok fazla bir rakam ortaya çıkmaktadır. Yazılarımızda ve televizyon programlarımızda çok sık dile getirdiğimiz üzere; bu bir “dini ihtiyaç” değildir. “Megali idea”ya göre “Ekümenik” statüsünün peşinde koşan Rum Patrikhanesi’nin maiyetini Ekümenik Patrikhane’ye “yaraşır” bir kadroya dönüştürmek gayretidir.

Ve geçtiğimiz 11 Mart günü ikindi haberlerinde “Habertürk Televizyonu”nda bir zamandır, Türkiye üzerinde “Yunancılık” faaliyetlerinde  bulunan bir kişi beyanat verdi.  

Çok sempatik bir sunuşla ve “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı” sıfatıyla çok önemli açıklamalar yaptı. Bu kişi; 1951 İstanbul doğumlu, Atina Teknik Üniversitesi’nde Profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu”ydu.

Bugüne değin Patrikhane ve Rumlarla ilgili tüm haberler ve gelişmeler ile kendileri açısından çok büyük edinimler sayılabilecek hususlar hep “hoşgörü” çerçevesinde ve basit bir hadise gibi medyamızda yer aldı. Kendilerine “entelektüel” tanımlaması yapan çevreler de bu edinimlere hep ”alkış” tuttu. Yazımızda değindiğimiz gibi yüzleşilen ve gerçekten Türkiye için birer ”kara leke” diye tanımlananlar dışında; uluslararası anlaşmalarla ya da 1964 örneğinde olduğu gibi uluslar arası yasalarla “hak” olan uygulamalar için de Türkiye suçlanmaktadır.

Sıra işgale mi geldi ne? Çünkü bunu da yine çok “sempatik” olarak şöyle sundular: İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor”...

Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslar arası yasalarla gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır.

Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? Şimdi neden yüzlerce papaz istiyorlar anladınız mı?  

Şimdi bu adamlar gelecekler ve Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benin dedemindi” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak.  
 
Bu iş; “Ne güzel Yunanlı kardeşlerimiz gelsinler” değil.  

Bu iş; “sirtaki ve pilaki” işi hiç değil.

İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” da doğru bir tercüme de değil. Bunlar her zaman yaptıkları gibi Yunancadan Türkçeye “Konstantinopolis”i “İstanbul” olarak tercüme ederler. Türk alfabesiyle "Konstantinopolis" yazılamaz mı? Ama onlara göre burası “İstanbul” değil ki tabi ki yazmazlar. Bu federasyonun orijinal adı; “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”dur. Tercümesi ise; “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’dur.

Nikolaos Uzunoğlu; 13 Eylül 2008’de “Atina Classical Akropol Otel”de “Septemvriana 6/7-9-1955” adı altında Türkiye’yi yerden yere vurmuştur.  

Nikolaos Uzunoğlu; 28 Haziran 2010’da “Yunanistan Kapadokya Dernekleri Birliği” ve “Konaklı Belediyesi” ile müştereken Ürgüp’te yapılan bir sempozyumda konuşmacı olmuş ve oradaki insanların gözünü “sirtaki” “pilaki” ve “buraya turist akacak, para yağacak” ile boyamış olan kişidir.

Konaklı Belediye Başkanı Ferudun Bilge, Ürgüp Belediye Başkanı Fahri Yıldız, Mustafa Paşa Belediye Başkanı Levent Ak’ın da katıldığı bu sempozyumu Selanik Üniversitesinde Profesör olan “Nikolaos İncesiloğlu” başkanlık etti ve Fener Rum Patriği’ne plaket verildi.  

Nikolaos Uzunoğlu; geçtiğimiz hafta “İmroz ve Bozcaada” dernekleri temsilcileri ile bir toplantı yaptı. Stratejilerini belirliyorlar bakınız 16 Mart’ta ne var?  

Nikolaos Uzunoğlu’nun üst düzey 4 yöneticimizle -kendine göre- çok tatminkâr görüşmeler yaptığı ve mutlu olduğu da Yunanistan kaynaklarında var.

Çok dikkatli olunmalıdır. Kapadokya, Ege, Marmara ve Karadeniz’de durmak bilmeyen bir Yunan sirkülâsyonu var. Durmuyorlar, bizden sürekli tavizler alıyorlar ve adımlarını artık sıklaştırıyorlar.  

Dışişleri Bakanımız “Ahmet Davutoğlu” geçtiğimiz hafta bir “Batı Trakya” gezisi yaptı. Oradaki Türklere “Müslüman Türkler” diye hitap etti ve “Seçilmiş Müftüler” ile görüştü diye “Yunan Medyası” onu “provokatör” olarak ilan etti. Davutoğlu orada ne demeliydi? Oradaki azınlığa Yunanistan’ın dediği gibi “Müslüman Helenler” mi demeliydi ya da seçilmiş olanla değil de Yunan’ın seçilmişi kabul etmeyerek kendi atadığı ”kukla” müftüyle mi görüşseydi.

Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis”, “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi. Bizim hükümet ve devlet mensuplarımız Türk vatandaşı Rumlar için böyle bir ifade kullanır mı, kullanabilir mi?

Yunan Medyası resmen ayağa kalktı ve Davutoğlu hakkında yazmadığı kalmadı ama bizde her Patrikhanece ya da Yunanlılarca her yapılan ya da kazanılan; inanılmaz ölçüde “sempatize” edilerek sunuluyor.

Davutoğlu’nun gezi programı çerçevesinde görüştüğü bir belediye başkanı “bir cami yapımına yardımcı olabileceğini” söylemiş. Hadi bir hayırsever bulunsun ya da bir fon yaratılsın bakalım “yardımcı olabileceğini” söyleyen belediye başkanı ortada bulunabilir mi?

Yahu bizi kim böyle efsunladı da “mütekabiliyet” falan aklımıza gelmiyor? Burada zor durumda olan, ezildiğini söyleyen ama devletin bir manga korumasıyla korunan ve VIP kapılarından girip çıkan Rum Patriği’ne daha ne yapılmalıdır?

15 Ağustos’ta “Sümela Manastırı”ndaki ayin de bu “120 bin” kişilik vatandaşlık talebi gibi “sempatik” bir şekilde medyamızda sunulmuş ama sonra anlaşılmıştı ki seçilen 15 Ağustos; Fatih Sultan Mehmed’in, “Trabzon Rum İmparatorluğu”nu yıktığı günün yıldönümüydü.

10 Mart’ta “Habertürk Televizyonu”nda, "Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu" Başkanı Prof. Nikolaos Uzunoğlu’nun ağzından ortaya konan “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” rastgele bir zamanda söylenmedi.

16 Mart öncesi Yunanistan’da yapılacak etkinlikler ve Yunan Medyası dikkatle izlenmelidir. Zira 16 Mart 1964; “İsmet İnönü”nün 1930 tarihli “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı yasa ile iptal ettiği tarihtir.

“Sirtaki” ve “Pilaki” meraklılarına duyurulur.



Bu konu ile ilgili bir televizyonda yaptığımız konuşmayı alttaki linkten izleyebilirsiniz:

http://www.youtube.com