12 Mart 2011 Cumartesi

BU İŞ ARTIK “SİRTAKİ” VE “PİLAKİ”DEN İBARET DEĞİL!

120 bin Yunanlı; Türk vatandaşlığı almak istiyormuş. Bu kişiler, 1964’te Türkiye’den gönderilen Rumlar ve bunların ikinci kuşak çocuklarından oluşuyormuş.Yazımıza “mış”larla başladık! Cumhuriyet döneminde yaşanan bazı olaylar, son zamanlarda bir “güruh” Türkiye’yi kötü ve zalim göstermek ve akla gelecek ne kadar insanlık suçu içeren, münasebetsiz iş varsa; bunları yapmış bir ülke olarak lanse etmek için el birliğiyle çalışmaktalar...

Ulusal hedefi ya da ülküsü yani “Megali İdeası “Bir gün İstanbul’un yine Konstantinopolis olması” olan bir ülke durumundaki Yunanistan’ın, baş aktör olduğu bu kötü propagandanın temel ayaklarından biri de İstanbul Rumları ile ya da onları kullanarak yapılır ve çokça “mış” ile “miş” içerir.

Geçtiğimiz haftada ortaya çıkan, 120 bin Yunanlının Türk vatandaşlığı almak girişimi hakkında bir analize girmeden evvel Yunanistan’ın ve onun Türkiye’deki temsilcisi konumundaki, Fener Rum Patrikhanesi ile Türkiye Devleti arasındaki temel sorunları ya da onlar tarafından sorun şeklinde sunulan temel hususları irdeleyelim.

1- Lozan ve Mübadele
2- Varlık Vergisi
3- 6/7 Eylül Olayları
4- 1964 Sürgünü

LOZAN ANLAŞMASI VE MÜBADELE:  

Dört müttefik ülke olan; İngiltere, Fransa, İtalya Japonya bu konferansın toplanması çağrısı yapan ülkelerdir. Bunların yanı sıra; Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Amerika Birleşik Devletleri ise çağırılan beş ülkedir. Bulgaristan ise konferansta gözlemci olarak bulunmuştur.

Lozan’da imza altına alınmış maddeler, kararlar Türkiye’nin tek başına verdiği kararlar değildir. Kararlar; büyük bir heyetin baskısı altında alınmıştır ve bunlardan biri de Lozan Anlaşmasının, Yunanistan’la yapılan Ek Protokolüdür. Buna göre; Türkiye’de yaşayan Rumlar ve Yunanistan’da yaşayan Türkler karşılıklı göç ettiler. Bunun adı “Türkiye ile Yunanistan Nüfus Mübadelesi”dir ve “din” esasına dayanan zorunlu bir göç (mübadele) olmuştur.

Bu ek protokol mucibince, İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada’da yaşayanlar dışındaki tüm Rumlar ile Batı Trakya’da yaşayanlar dışındaki tüm Türkler mübadele ile yaşadıkları yerlerden ayrılmak durumunda kaldılar. Göç elbet yani “mübadil olmak elbette ki güzel bir durum değildir. Zira insanlar evlerinden, yurtlarından, işlerinden velhasıl doğup büyüdüğü yerlerden ayrılmak zorunda kalmışlardır.

Türkiye ile Yunanistan’ın müştereken kurdukları ”Mübadele-î Ahali Komisyonu” ya da “Karma Komisyon” bu karşılıklı göçü organize etmiştir. Yunanistan ile Türkiye mübadeleyi müştereken yönetmişlerdir. Karma Komisyonun merkezi; “Ekim 1923”den “21 Haziran 1924'”e kadar Atina’da ve bu tarihten sonra, tasfiye edilene kadar İstanbul'da kalmıştır.  

Şimdi bazı kişi ve sivil toplum oluşumları ile vakıflar sanki Lozan’ı ve Mübadeleyi; Türkiye tek başına kararlaştırdı ve uyguladı gibi sürekli anti propaganda halindedirler.  

Mart 2009’da “Tesev Vakfı” adına bir rapor hazırlandı ve kitaplaştırıldı. Raporun ana başlığı “BİR ‘YABANCI’LAŞTIRMA HİKÂYESİ” ve alt başlığı ise “Türkiye’de Gayrimüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu”dur ve hazırlayanlar Av. Kezban Hatemi ile Dilek Kurban’dır. 

Raporun ilk paragrafı şöyle başlar: “Türkiye’nin Cumhuriyet ile yaşıt olan ‘azınlık sorunu’, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 1923 senesinden bu yana ülkenin temel siyasi meselelerinin başında yer almaktadır.

Lozan temel bir mesele ise bu “temel mesele”nin salt Türkiye’nin sırtına yüklenmek istenmesi ise anlaşılamazlardan biridir. Burada çok ilginç bir nokta ise rapora katkıda bulunanlara yapılan şu teşekkürdür:

TESEV, bu raporun yayımlanması ve tanıtılmasındaki katkıları için Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu, Açık Toplum Vakfı ve TESEV Yüksek Danışma Kurulu’na Teşekkür eder.

Açık Toplum Vakfı”nın bir “Soros Eseri” olduğunu anlamak için interneti şöyle bir tıklamak kâfidir ve bu vakfın başta medya ve akademik çevreler olmak üzere ülkemizdeki “entelektüel” yapıya yıllık yüz milyon dolarlarla ifade edilen yardımlar yaptığı da bir gerçektir.

Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu’nun ise bu yaratılmak istenen paradigmadaki yerini anlamakta zorlanmaktayız. Burada eğer Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu’nu aktörler arasında görseydik, bunu anlamakta zorlanmazdık. Ancak Hollanda’nın da bu sahada yer almasını şu meşhur, “Amcam beni niye öptü?” sözü ile bağdaştırmak gerçek bir tespittir kanaatindeyiz.

VARLIK VERGİSİ:  

Aşırı milliyetçi tavrıyla bilinen “Şükrü Saraçoğlu Hükümeti”nin, 5 Ağustos 1942’de Meclise sunduğu Hükümet Programında yer alarak 11 Kasım 1942'de “4305” sayılı kanun olarak yasalaşmış bir kanundur. Bu yasaya göre; tamamı gayrimüslimlerden oluşan bir listeye çok yüksek miktarlarda vergi salınmış ve ödeyemeyenler Aşkale’ye zorunlu çalışmaya sürgün edilmişlerdir. Devlet bütçesi 394 milyon lira olan bir dönemde Varlık Vergisi’nden 315 milyon lira toplanmıştır ve bu rakamın %70’i İstanbul’dan tahsil edilmiştir. Türkiye her ne kadar bu vergilerin karaborsacılara ve vergi kaçakçılarına kesildiğini iddia etse de bu; Dünya’da çok büyük bir skandal olmuş ve tepkiler karşısında 1943’te buna son verilmiştir. 

6/7 EYLÜL1955 OLAYLARI:  

6 ve 7 Eylül olayları; Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi ile başlayan ve 2 gün İstanbul’da süren, en çok Rumları hedef almakla birlikte diğer gayrimüslimlerin de ev ve işyerlerine yönelik bir yağma hadisesidir. Devletin bizzat örgütlediği iddia edilmekte ve bunda hakikat payı da bulunmaktadır.

4 Madde halinde verdiğimiz temel hususlardan “Varlık Vergisi” ile “6 ve 7 Eylül Olayları” Türkiye’nin bir ayıbıdır ve sırtındaki kara birer lekedir. 

AMA TÜRKİYE BUNLARLA YÜZLEŞMİŞTİR, KABUL ETMİŞTİR ve TAZMİNAT ÖDEMİŞTİR. 

1964 SÜRGÜNLERİ:  

Türkiye’nin “kabul” ettiği ve “tazmin” de ettiği bu iki “kara leke” dışındaki ve sürekli isnat edilmeye başlanılan baş ağrıları arasında, bir de “1964 Sürgünleri” vardır. Ve geçtiğimiz hafta ortaya çıkan, bunların hayatta olanları ile ikinci kuşaklarına yönelik “120 bin vatandaşlık” talebi yeni bir krizin başlangıcı gibi görünmektedir.  

Lozan’dan ve Mübadele’den sonra Türkiye ile Yunanistan’ın arası 1925 yılında Patrik “Konstantin Araboğlu” vakası ile açılır ve ilişkiler 1930’a kadar kötü bir seyir izler. 1930’a Atatürk ile Venizelos arasındaki oluşan dostluk sonucunda imzalanan “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması” ile buzlar çözülür ve ilişkiler normalleşir. Bu anlaşma mucibince; karşılıklı ikamet ve ticaret artar. Bu anlaşmadan nemalanan Yunan/Rum tarafıdır. Zira Türkiye’den Yunanistan’a doğru istatistiklere girecek mahiyette bir ticaret/yerleşim akış olmamıştır.

İstanbul ağırlıklı olarak ikamet eden Yunan/Rumların sayısı bu süreçte hızla artar. Yeni gelenlerin buradaki Rumlarla oluşan evlilik bağları neticesinde; ailelerde farklı vatandaşlık durumu ortaya çıkar. Bir kısım fertleri Yunan, bir kısım fertleri Türk vatandaşı olan ailelerin sayısı binlerle ifade edilir.

1964’te “Kıbrıs Olayları” baş gösterdiğinde “16 Mart”ta “İsmet İnönü” tarafından alınan bir kararla; Türkiye’de yerleşik “Yunanistan Vatandaşları”nın 6 ay içinde ülkelerine dönmelerini öngören bir yasa çıkartır ve 6 ayı beklemeden yürürlüğe sokulur. Zira ortada; bu iki ülke arasında oluşan “savaş hali” vardır.

Dünya’nın her ülkesi; ikamet tezkeresi (oturma müsaadesi) ya da vize ile topraklarında bulunan kimselerin ülkesini terk etmesini isteyebilir ve bu Uluslararası anlaşmalarla kabul edilmiş bir durumdur. Resmi istatistiklerde “12.832” kişi görünmekle birlikte, bu sayı aile bağları dolayısı ile doğan zaruri göç edenlerden kaynaklanarak “30 Bin” dolayındadır.

1964 Sürgünleri” yakın süreçte devamlı olarak Türkiye’nin başına kakılmaya başlanan bir hal almış durumdadır. Türkiye 1964’te kendi vatandaşlarına “gidin” demedi. Gidenler kendi rızaları ile ya da mecburi aile bağları nedeniyle gittiler. Son birkaç sene içinde bırakalım 1964’ü artık “Lozan”dan ötürü ve mutabakatla yapılan “zorunlu göç” de artık Türkiye’nin sırtına kara leke olarak eklenmek istemektedir.

Yukarıda yazdığımız "Hollanda" örneği gibi, Fener Rum Patrikhanesi’nin arkasına aldığı ABD ve AB ülkelerinin desteği ile artık sadece Yunanistan’ın baş aktör olmadığı bir süreç içinde, sürekli Türkiye’ye saldırılmaktadır.

Büyükada Yetimhanesi’nin tapusunun Patrikhane’ye tescil edilmesi, 2010 sonlarında 14 Yunanlı papaza Türk vatandaşlığı verilmesi ve bu sayının arttırılmasına çalışılması ki 11 kişi için şu anda yürüyen işlemler bulunmaktadır. Yeni listelerle papaz sayısı daha da çok arttırılmak da istenmektedir/istenecektir, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması talebi ve Patrikhane’ye “Ekümenik” statüsünün verilmesi ise son büyük taleptir.  

İstanbul’da bulunan “2 bin” dolayındaki "Rum Cemaati" için 100 kişiye varan papaz ve metropolit kadrosunun kişi başına bölünmesiyle ”dini ihtiyaç” adına çok fazla bir rakam ortaya çıkmaktadır. Yazılarımızda ve televizyon programlarımızda çok sık dile getirdiğimiz üzere; bu bir “dini ihtiyaç” değildir. “Megali idea”ya göre “Ekümenik” statüsünün peşinde koşan Rum Patrikhanesi’nin maiyetini Ekümenik Patrikhane’ye “yaraşır” bir kadroya dönüştürmek gayretidir.

Ve geçtiğimiz 11 Mart günü ikindi haberlerinde “Habertürk Televizyonu”nda bir zamandır, Türkiye üzerinde “Yunancılık” faaliyetlerinde  bulunan bir kişi beyanat verdi.  

Çok sempatik bir sunuşla ve “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı” sıfatıyla çok önemli açıklamalar yaptı. Bu kişi; 1951 İstanbul doğumlu, Atina Teknik Üniversitesi’nde Profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu”ydu.

Bugüne değin Patrikhane ve Rumlarla ilgili tüm haberler ve gelişmeler ile kendileri açısından çok büyük edinimler sayılabilecek hususlar hep “hoşgörü” çerçevesinde ve basit bir hadise gibi medyamızda yer aldı. Kendilerine “entelektüel” tanımlaması yapan çevreler de bu edinimlere hep ”alkış” tuttu. Yazımızda değindiğimiz gibi yüzleşilen ve gerçekten Türkiye için birer ”kara leke” diye tanımlananlar dışında; uluslararası anlaşmalarla ya da 1964 örneğinde olduğu gibi uluslar arası yasalarla “hak” olan uygulamalar için de Türkiye suçlanmaktadır.

Sıra işgale mi geldi ne? Çünkü bunu da yine çok “sempatik” olarak şöyle sundular: İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor”...

Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslar arası yasalarla gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır.

Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? Şimdi neden yüzlerce papaz istiyorlar anladınız mı?  

Şimdi bu adamlar gelecekler ve Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benin dedemindi” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak.  
 
Bu iş; “Ne güzel Yunanlı kardeşlerimiz gelsinler” değil.  

Bu iş; “sirtaki ve pilaki” işi hiç değil.

İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” da doğru bir tercüme de değil. Bunlar her zaman yaptıkları gibi Yunancadan Türkçeye “Konstantinopolis”i “İstanbul” olarak tercüme ederler. Türk alfabesiyle "Konstantinopolis" yazılamaz mı? Ama onlara göre burası “İstanbul” değil ki tabi ki yazmazlar. Bu federasyonun orijinal adı; “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”dur. Tercümesi ise; “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’dur.

Nikolaos Uzunoğlu; 13 Eylül 2008’de “Atina Classical Akropol Otel”de “Septemvriana 6/7-9-1955” adı altında Türkiye’yi yerden yere vurmuştur.  

Nikolaos Uzunoğlu; 28 Haziran 2010’da “Yunanistan Kapadokya Dernekleri Birliği” ve “Konaklı Belediyesi” ile müştereken Ürgüp’te yapılan bir sempozyumda konuşmacı olmuş ve oradaki insanların gözünü “sirtaki” “pilaki” ve “buraya turist akacak, para yağacak” ile boyamış olan kişidir.

Konaklı Belediye Başkanı Ferudun Bilge, Ürgüp Belediye Başkanı Fahri Yıldız, Mustafa Paşa Belediye Başkanı Levent Ak’ın da katıldığı bu sempozyumu Selanik Üniversitesinde Profesör olan “Nikolaos İncesiloğlu” başkanlık etti ve Fener Rum Patriği’ne plaket verildi.  

Nikolaos Uzunoğlu; geçtiğimiz hafta “İmroz ve Bozcaada” dernekleri temsilcileri ile bir toplantı yaptı. Stratejilerini belirliyorlar bakınız 16 Mart’ta ne var?  

Nikolaos Uzunoğlu’nun üst düzey 4 yöneticimizle -kendine göre- çok tatminkâr görüşmeler yaptığı ve mutlu olduğu da Yunanistan kaynaklarında var.

Çok dikkatli olunmalıdır. Kapadokya, Ege, Marmara ve Karadeniz’de durmak bilmeyen bir Yunan sirkülâsyonu var. Durmuyorlar, bizden sürekli tavizler alıyorlar ve adımlarını artık sıklaştırıyorlar.  

Dışişleri Bakanımız “Ahmet Davutoğlu” geçtiğimiz hafta bir “Batı Trakya” gezisi yaptı. Oradaki Türklere “Müslüman Türkler” diye hitap etti ve “Seçilmiş Müftüler” ile görüştü diye “Yunan Medyası” onu “provokatör” olarak ilan etti. Davutoğlu orada ne demeliydi? Oradaki azınlığa Yunanistan’ın dediği gibi “Müslüman Helenler” mi demeliydi ya da seçilmiş olanla değil de Yunan’ın seçilmişi kabul etmeyerek kendi atadığı ”kukla” müftüyle mi görüşseydi.

Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis”, “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi. Bizim hükümet ve devlet mensuplarımız Türk vatandaşı Rumlar için böyle bir ifade kullanır mı, kullanabilir mi?

Yunan Medyası resmen ayağa kalktı ve Davutoğlu hakkında yazmadığı kalmadı ama bizde her Patrikhanece ya da Yunanlılarca her yapılan ya da kazanılan; inanılmaz ölçüde “sempatize” edilerek sunuluyor.

Davutoğlu’nun gezi programı çerçevesinde görüştüğü bir belediye başkanı “bir cami yapımına yardımcı olabileceğini” söylemiş. Hadi bir hayırsever bulunsun ya da bir fon yaratılsın bakalım “yardımcı olabileceğini” söyleyen belediye başkanı ortada bulunabilir mi?

Yahu bizi kim böyle efsunladı da “mütekabiliyet” falan aklımıza gelmiyor? Burada zor durumda olan, ezildiğini söyleyen ama devletin bir manga korumasıyla korunan ve VIP kapılarından girip çıkan Rum Patriği’ne daha ne yapılmalıdır?

15 Ağustos’ta “Sümela Manastırı”ndaki ayin de bu “120 bin” kişilik vatandaşlık talebi gibi “sempatik” bir şekilde medyamızda sunulmuş ama sonra anlaşılmıştı ki seçilen 15 Ağustos; Fatih Sultan Mehmed’in, “Trabzon Rum İmparatorluğu”nu yıktığı günün yıldönümüydü.

10 Mart’ta “Habertürk Televizyonu”nda, "Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu" Başkanı Prof. Nikolaos Uzunoğlu’nun ağzından ortaya konan “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” rastgele bir zamanda söylenmedi.

16 Mart öncesi Yunanistan’da yapılacak etkinlikler ve Yunan Medyası dikkatle izlenmelidir. Zira 16 Mart 1964; “İsmet İnönü”nün 1930 tarihli “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı yasa ile iptal ettiği tarihtir.

“Sirtaki” ve “Pilaki” meraklılarına duyurulur.



Bu konu ile ilgili bir televizyonda yaptığımız konuşmayı alttaki linkten izleyebilirsiniz:

http://www.youtube.com