25 Mart 2011 Cuma

1964’DE YUNANİSTAN VATANDAŞI RUMLAR TÜRKİYE’DEN “SÜRGÜN” DEĞİL “SINIR DIŞI” EDİLDİLER

Son günlerde Rum Patrikhanesi mahreçli birçok makale yazdık ve kamuoyuna “sempatize” edilerek sunulan bazı gelişmelerle ilgili olarak bu gelişmelerin gerçek yüzünü gözler önüne serdik. Adım adım ilerlemekte olduklarını, Patrikhane ile Yunanistan’ın aynı gemide yol almakta olduklarını vurguladık. Ve Lozan Antlaşması başta olmak üzere birçok özel anlaşmaların ve bunların doğal bir gereği olarak; Batı Trakya’daki olayları ve oradaki Türklerin (verilmeyen) haklarını, buradaki Rum Cemaati ve Patrikhane’nin edinimleri ile kıyasladık. Görünen tabloya bakarak da “mütekabiliyet” diye bir kavram olmadığına dikkat çektik. 

Bu arada bazı yabancı fonlarla beslenen, bir kısım medya mensupları ve akademisyenlerin bir sürekli olarak Türkiye Devleti’ne saldırdıklarını ve geçmişte yaşanan bazı olayları yazdık. Bunlar arasından “Varlık Vergisi” ile “6/7 Eylül 1955” olaylarının ise gerçekten Türkiye’nin bir ayıbı hatta bir kara lekesi olduğunu da kabul ettik. 

Fakat Türkiye’nin bu iki kara leke ile birçok başka medeni bildiğimiz ama sömürgecilik ya da soykırımcılık yapan ülkenin aksine ”yüzleştiğini” ve bunların karşılığında yüksek “tazminatlar” da ödediğine değindik. Gerçekten 1942’deki  “Varlık Vergisi” kanunla salınmış bir vergidir ve “6/7 Eylül 1955” olayları da ancak devletin bazı katmanlarının organizasyonu ile oluşabilecek mahiyettedir. 

Bu iki hadise dışında kalan başka tarihsel gerçeklerde, Türkiye’nin bir kabahatinin bulunmadığı ve bunların karşılıklı anlaşmalar ya da uluslar arası hükümler çerçevesinde işlemler yapılmış olmasına karşın; Varlık Vergisi ile 6/7 Eylül’ü de ekleyerek ortaya çıkan bir tabloyu özellikle sergilemeye çalışanlar maalesef azımsanmayacak düzeydedir. 

Eski makalelerimizde de vurguladığımız üzere; Lozan’ı müteakip Türkiye ile Yunanistan arasında akit edilen ikili anlaşmaların da çerçevesinde karşılıklı bir nüfus mübadelesi yapılmıştır. Tekrar etmemek adına birkaç cümle ile şunları yazabiliriz: Türkiye ile Yunanistan’ın müştereken oluşturdukları “Mübadele-i Ahali Komisyonu” bu zorunlu göçü 1923/1924’te organize etmişlerdir. Bu göç vesilesiyle mutlaka mağdur olanlar çoktur ama oluşan mağduriyetlerde tek başına Türkiye suçlanamaz. Ne yazık ki Türkiye’de yerleşik mübadiller ve onların kuşaklarının davranışları ile Yunanistan tarafının davranışları mukayese edilemez. 

1-Türkiye; Lozan’ı tek başına hazırlamadı.  

2-Bu kadar eski bir tarihi olayı irdelerken;  “o günün koşullarını”  da göz önüne almak şarttır. Bu vurgulanması gereken en önemli iki husustur/gerçektir. 

Geçen yazımızda; Türkiye’ye dönmeye hazır ya da bekleyen “120 Bin Rum” ile ilgili gelişmeleri gözler önüne serdik. Atatürk’ün de sıkça tekrarladığı bir gerçek olarak; Rumlar da Türkiye mozaiğinin bir parçasıydılar.  Bu tabi ki doğrudur. Ama 1964’te alınan bir kararla Rumların, Türkiye’den gönderilmeleri; aynı Lozan sonrasında uygulanan “zorunlu göç” gerçeği gibi, 1930 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan, “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”; o günün koşulları ve uluslar arası hükümler çerçevesinde iptal edilmiştir. 

Bu anlaşmanın iptali ve bunun sonucu olarak Rumların gönderilmesinin ise çok somut ve haklı bir sebebi vardır ve bu bunun için de Türkiye suçlanamaz ve suçlanmamalıdır. 

Çünkü 1964’te gönderilenler ya da sınır dışı edilenler TC vatandaşı olmayanlardı. O tarihte hiçbir TC vatandaşı Rum sınır dışı edilmedi. Bir ülke kendi vatandaşı olmayanı, uluslar arası hükümler çerçevesinde her zaman hudut dışına çıkarabilir ve bunun adı “sürgün” değildir. Sürgün tanımlaması; bir ülkenin kendi vatandaşı olanları hudut dışı etmişse yapılabilir. Tabi ki şu gerçeği de göz ardı etmeyelim: TC vatandaşı olup da 1964’te gidenler de oldu ama bunlar aile bağları nedeniyle ve kendi arzularıyla gidenlerdi. 

“İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” manşetiyle ve Atina Teknik Üniversitesi’nde görevli bir profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu” başkanlığındaki “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu”nun bu talebini 1964 şartlarında biraz irdeleyelim ve yazımızın bir yerinde, “O günün koşullarını da göz önüne almak şarttır.” demekle ne kast ettiğimizi de ortaya koyalım. 

Bir önceki yazımızın bir paragrafı şöyleydi

Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslararası yasalarla buradan gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır. Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? İşte şimdi Patrikhane’de yüzlerce papaz olmasını neden istiyorlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar vatandaş olabilirlerse Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benim dedemindi, babamındı” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak. Lozan sonrasındaki karşılıklı “ahali değişiminde” zaten karşılıklı olarak mal takası ile bir nebze haklarını almışlardı. Zaten Türkiye de gelen mübadillere olabildiğince ”toprak” vererek mağduriyetlerin önlenmesini sağlamıştı.  

Yunanistan ayağı ise böyle olmadı! Buradan Yunanistan’a göç eden Rumlara ”TURKOS” dediler ve dışladılar. 

Not: Geçmişimi bilenler benim bir zamanların sıkı gitaristlerinden olduğumu ve bir dönem buzuki de çaldığımı bilirler. Geçen sene ziyaretime gelen gitarist bir eski arkadaşım bana oradaki acı gerçeği aktardı. Adını burada vermek istemediğim ve benden birkaç yaş daha büyük olan bu arkadaşım; oradaki “müzisyenler kahvesi” gibi müzisyenlerin toplandığı bir lokale her gittiğine kendisine hâlâ Yunanca “Hoş geldin Turkos” şeklinde hitap edildiğini ve bundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Bu insanlar orada kendi mahallelerini kurmak zorunda kaldılar ve bazı semtlerde kümelendiler. Bugün dahi bu insanlar orada horlanmaktadır ama zamanı geldiğinde de bu son “120 bin Rum” örneğinde olduğu gibi “maşa” edilmektedirler.    

Türkiye bu insanları sınır dışı etmekle haklı mıydı?  

İrdelemeye şuradan başlayalım: Bugün telaffuz edilen “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” doğru bir tercüme değildir. Bu federasyonun gerçek adı şöyledir: “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”  Manası işe şudur: “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’. İstanbul; Yunanlıların ”Megali İdea” doktrinine göre “Constantinople” (Konstantin’in şehri) olabilir. Fakat artık burası “İstanbul”dur. Hoş bazı entel dantellere göre Fatih Sultan Mehmet ne kötü bir adamdır ve ne de kötü etmiştir şu “Constantinople”yi fetih etmiştir...

İstanbul için hâlâ bu adı kullanmak resmen “bölücülük”tür ve burada gözlerinin olduğunun göstergesidir. Anadolu üzerinde Rumluğun esamesinin kalmadığı yerler adına yıllardır Patrikhane’nin metropolitlikler ihdas etmesinin ne anlama geldiği şimdi açıklanabilir duruma geldi.  

Bir kanaviçe gibi yavaş yavaş bizi örüyorlar ve örtü bitmek üzere! Bu şekilde tanımlamak bir komplo teorisi mi acaba?   

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Aralık 1963 sonunda ise Kıbrıs’ta,  Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik olaylar gerçekleşti. 20 Aralık’ta Türk köylerinde başlayan kıyım “24 Aralık Noel Gecesi” ellerindeki silahları Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesine çeviren “dini bütün Hıristiyanlar” eşi Mürüvvet, küçücük evlatları Kutsi, Hakan ve Murat’a doğrultular. Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de büyük bir infial yarattı. 103 köy boşaltıldı toplamda 25 Bin kişi sürgün oldu. (22 Aralık 1985 Milliyet)   

Bu arada 1964 başında bir gelişme oldu ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren bir “Yunan” derneği ortaya çıkarıldı.   

Bu derneğin adı yine şimdi bu ortaya çıkan“Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’ örneğinde olduğu gibi yanlış tercüme edilmiş ve  esas kimlik gizlenmişti. Derneğin gerçek adı; “Elliniki Enosis” yani “Helenik İlhak”tı. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış toplanması “İsmet İnönü Hükümeti”ni harekete geçirdi.   

Burada şu iki vurguyu yapmak gereklidir:   

1- “Enosis” yani “İlhak” Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasının simgesel söylemidir. 

2- Kıbrıs’a gittiğinden sonra bu olayları tetikleyen ve “Kanlı Papaz” olarak bilinen “Makarios”; Kıbrıs’tan evvel İngiltere’nin Başpiskopos’uydu. Ve oradaki Yunanlılardan/Rumlardan “zorla” bağış ya da “haraç” topladığı için yapılan ihbarlar neticesinde ve İngiltere’nin tepkisi üzerine; devrin Rum Patriği “Athenagoras” tarafından Kıbrıs’a tayin edilmiş ve sonra da bilinen “Kıbrıs Olayları” patlak vermişti.   

Kıbrıs’ı Yunanistan’a “ilhak etmek” için vuku bulan bu senaryo bir yandan işlerken ve semeresini de vermek üzereyken, savaşa ramak kalınan bir ülkenin ”gizli” bir derneği ile burada “haraç” toplanıyordu.  
Derneğe yapılan baskında binlerce -ki bunların yaklaşık tümü burada 1930 anlaşmasına istinaden bulunan ve TC vatandaşı olmayanlardı- “bağış sahibinin” adı ortaya çıktı. Bu gerçek; ne yazık ki çok sınırlı kaynakta bulunan ve  ”gizlenen tarih”tir. 

İşte bu durum karşısında henüz “Kanlı Noel”in acısı içinde bulunan Türkiye; 1930 yılındaki “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı Türkiye adına imzalayan İsmet İnönü’nün verdiği bir önerge ile bu anlaşmayı feshetti ve Türkiye’de yerleşik Yunanistan vatandaşlarının 6 ay içinde ülkeyi terk etmesi şeklinde bilinen süreç başladı.    

1964 Sürgünleri; sürgün değildirler. Kendi vatandaşı oldukları ülkeye hudut dışı edilen Yunanlılardır. Sürekli çarpıtılan bu konu ile ilgili; Yunanlıları ”mazlum”, Türkiye’yi de “zalim” gösterme gayreti içinde olanlar, bu ayrıntıların ortada olmasını istemezler. Çünkü savaş teyakkuzu içindeyken ortaya çıkan “Helenik İlhak Derneği”  ve “Kanlı Noel”le tetiklenen ve Yunan vatandaşlarını hudut dışı edilmelerine neden olan süreç; çok “yanlış” ve “yanlı” olarak saptırılmaktadır.

Geçen ay ortaya çıkan “120 Bin Rum Vatandaşlık Bekliyor” haberi ise öyle sunulduğu gibi ”sempatik” değildir ve çok “vahim” bir durum söz konusudur.