11 Şubat 2015 Çarşamba

GÖLÜN KENARINDAKİ ADAM 17


Bu yazı; 2010'da başladığım romandan bölümlerdir. İlk 5 bölümü burada yayınlanmıştır. 6 ile 14. bölümleri inşallah basılırsa romanda okuyabileceksiniz.
  
Hikâye; bir yandan henüz ilk 5 bölümde tarif edilmemiş bir kadını arayan öte yandan günümüz yaşamındaki negatif olguları sorgulayan bir Adamın içsel çığlıklarıdır.
  
Romanın yarısından sonra ise Adam; modern yaşamın tüm imkânlarını ve çevresini bir kenara bırakarak, içsel hesaplaşmalarını yapmak için bir gölün kenarında derme çatma bir kulübede yaşamaya başlamıştır…

Gölün kenarı havanın kararmasıyla birlikte kapkara görüntüsüne büründü. Adam, “şimdi karşıda birkaç ev olsa ve onların lambalarının ışıltısını görsen ne güzel olurdu” dedi kendi kendine. Zifiri karanlık bir geceydi. Daha sessiz ve daha kara bir geceydi. Bulutlar, Ay’ın ışıltısına maniydi ve tabi ki gölde Ay’ın yansıması da yoktu.

O an Ayı ışığının dahi o ortamda ne kadar büyük bir önemi olduğunu anladı. Aslında o mahrumiyet bölgesinde her ayrıntının çok fazla önemi vardı. Yaşamda da her ayrıntının bir önemi olduğu gibi…

Mahrumiyet! “Bu söylem oturmadı” dedi içinden. Çünkü mahrumiyeti ve sessizliği kendisi seçmemiş miydi? “Yine başlıyorum galiba?” diye içinden kendine kendine söylendi! Yalnızlığı, sessizliği kendisi seçmiş ve buraya kendi özgür iradesiyle yerleşmişti.

Kafasından atamadığı hususlar vardı tabi ki… Gözünün önünde yarı saydam bir perde gibi her an kendisiyle birlikte dolaştırdığı hususlardı bunlar…

Orada olmayan, hiç de önemsemediği nesnelerin ve elinin altında olmayan gıdaların kafasını kurcalayanlar olmadığını çok iyi biliyordu. O kaçmıştı! Teknolojiden, medeniyetten, lüksten, internet ve diğer iletişim araçlarından ama en fazla da insanlardan kaçmıştı. Ya da birinden…

Ama kendinden de kaçmıştı… Şehir hayatındaki alışkanlıklardan, etrafındaki sahte insanlardan, sahte ilişkilerden v.s…v.s…  işte o bunlardan kaçmıştı… Ama şimdi en çok kendinden kaçtığını biliyordu artık. “İstesem şu anda geriye dönebilirim” diye düşündü. Onu alıkoyan ne vardı ki? Kulübesini olduğu gibi bırakır ve geriye dönüş yoluna çıkardı.

Bunu yapamayacağını biliyordu. “Dönersem burada geçirdiğim günlere pişman olacak mıyım?” Bunun da yanıtı yoktu ya da o bu yanıtı o anda veremeyeceğini biliyordu. “Neden bu kadar ay burada inziva hayatı yaşadım?” sorusunu mu soracaktı ya da “Gölün kenarında ne kadar huzurluydum. Neden geriye döndüm ki?” sorusunu mu soracaktı. Eskiden çok sık kullandığı şu sözü anımsadı: “Yaşayarak görmek en güzeli…” Bunu yaşayamayacağını ise o çok iyi biliyordu.

O dönemezdi… Eski yaşamı ile tekrar yüzleşemezdi… O kaçmıştı! Kendinden, çevresinden, yakın arkadaşlarından ve özellikle birinden kaçmıştı…
Sevdiğimden” işte bu kelimeyi telaffuz edemiyordu. Sevdiği miydi? Seveni miydi? Ya da hiçbir şeyi miydi? Çünkü onlar hiçbir şey yaşayamamışlardı ki… Onlar birbirlerine âşık olduklarını söylediklerinden sadece bir hafta sonra ve bir daha bir araya gelmemek üzere kopmuşlardı. Birbirlerini aramadan, sormadan ve tüm iletişim yollarını kapayarak kopmuşlardı. Ve de birbirlerinden kaçmışlardı… O çok uzağa kaçmıştı, kendisi de buraya; gölün kenarına, bu ufacık kulübeye…

Bu sessiz ve zifir gecede içindeki bazı duygularla yüzleşmesi gerektiğini düşündü. Neden ve niçin kavramlarının bir cevabı olmalıydı artık! Bu düşüncelerle sebepleri hatırlamaya başladı ya da bunları anımsamaya çalıştı. Aslında bir yandan sebep çoktu, ama öte yandan ise sebep diye bir şey de yoktu!

Evet, çok kısaydı onların el ele tutuştukları süre, çok az sürmüştü karşılıklı “Sana âşık olduğumu o gün anladım” demelerinden sonraki süre, sadece bir haftaydı bu… Nedenleri anımsamak istemedi. Çünkü anımsarsa “Neden?” diye bir veri ortaya çıkmayacak ve üzülecekti. Bazen “Söz” ağızdan çıkar ve bir mermiden daha fazla hasar verebilir. Hatta mermiden kaçmak bir olasılıktır. Hani eğilirsin, sağa ya da sola kaçarsın ve belki sana değmez. Ama “Söz” öyle değil. Ağızdan çıkar ve gittiği yeri vurur. Tamam, ama ortada birilerini vuracak bir “Söz” de olmamıştı ki! Onların başına gelen; bir tek “Söz” ya da yanlış bir hareketten yıkılan onlarca aşkın, yuvanın, saadetin başına gelendi. Eğer şu an tarafsızca düşünse anlamsız bir şekilde yıkılan bir birliktelik adına çok üzülecekti.  

O buraya dinginliğe gelmişti. O buraya kendini fark etmeye, kendisiyle ilgili farkındalığa erişmeye gelmişti. O şehirde yüzlerce, binlerce insanın arasında olup kendini dört duvar arasına hapsedenlerden olmamaya gelmişti. Ama o buraya etrafında dört duvar olmasa da daha beter bir hapishaneye, tabiat hapishanesinde tek başına çile çekmeye gelmişti.

Onu hatalarını düşünmemeye sevk eden hususlardan biri işte buydu. Hatalar yapılmış ve rüzgârın savurduğu tohumcuklar misali o da gölün kenarına savrulmuştu, o kendini bilerek ve isteyerek buraya savurmuştu.

Gece yine o ıssız ve zifiri görüntüsü ile tam karşısındaydı. Biraz önceki karşısında birkaç ışık olsa temennisini es geçti. İyi ki karşıda ışıklar yoktu. O; içindeki yaşam ışığının sönmeye başladığını düşünerek irkildi. Bu olmamalıydı. Peki neden? Dönme umdu mu vardı ya da dönmeye niyeti mi vardı? Vardı tabi…

Bu onu yaşama bağlayan tek bağdı ve anımsamaya çalışmasa da bilinçaltında bir yerde yeşeren tek filiz bu dönme anıydı. Dönecekti ama ne zaman? Dönecekti ama ne şekilde? Sakallar uzamış bir Robinson misali mi? Yoksa tekrar sırtına alacağı bir lacivert takım elbise içinde sinekkaydı olarak mı? Hani bazı ilişkilerde olur ya, yürürsün ama hedefin mutlaklığı yoktur. Bir gün biterse acı çekeceğini bilirsin ama ömür boyu sürdürme adına değildir, başlama şekli ve devamında sürdürülen davranış biçimidir…

Yürüdüğü yere kadar… Hedef olmadan. Salt anı yaşama adına…

O; gölün kenarındaki yaşamını bu tür ucu açık ilişkilere benzetiyordu. Geldi ama bir gün dönmeye niyetle değil, geldi ama mutlak burada kalmaya değil. Uykunun o güzel uyuşkanlığı gözkapaklarına vurmaya başladı. Oturduğu yerde arada dalarak ve sonra irkilerek yine gözlerini açmaya başladı. Gece sırtına binmeye, baskısını hissettirmeye çoktan başlamıştı. İçinde yine ucu açık duygularla yavaşça yatağa yan uzandı ve başını yastığına gömdü.
Uyumadan önce gözlerinden birer damlanın yüzünden aşağıya süzüldüğünü fark etmedi bile…

Gölün kenarındaki adam uyudu…


Bojidar Çipof
2 Eylül 2010