Bu yazı; 2010'da başladığım
romandan bölümlerdir. İlk 5 bölümü burada yayınlanmıştır. 6 ile 14. bölümleri
inşallah basılırsa romanda okuyabileceksiniz.
Hikâye; bir yandan henüz ilk 5
bölümde tarif edilmemiş bir kadını arayan öte yandan günümüz yaşamındaki
negatif olguları sorgulayan bir Adamın içsel çığlıklarıdır.
Romanın yarısından sonra ise
Adam; modern yaşamın tüm imkânlarını ve çevresini bir kenara bırakarak, içsel
hesaplaşmalarını yapmak için bir gölün kenarında derme çatma bir kulübede
yaşamaya başlamıştır…
Gölün kenarı havanın kararmasıyla
birlikte kapkara görüntüsüne büründü. Adam, “şimdi karşıda birkaç ev olsa ve
onların lambalarının ışıltısını görsen ne güzel olurdu” dedi kendi kendine.
Zifiri karanlık bir geceydi. Daha sessiz ve daha kara bir geceydi. Bulutlar,
Ay’ın ışıltısına maniydi ve tabi ki gölde Ay’ın yansıması da yoktu.
O an Ayı ışığının dahi o ortamda
ne kadar büyük bir önemi olduğunu anladı. Aslında o mahrumiyet bölgesinde her
ayrıntının çok fazla önemi vardı. Yaşamda da her ayrıntının bir önemi olduğu
gibi…
Mahrumiyet! “Bu söylem
oturmadı” dedi içinden. Çünkü mahrumiyeti ve sessizliği kendisi
seçmemiş miydi? “Yine başlıyorum galiba?” diye
içinden kendine kendine söylendi! Yalnızlığı, sessizliği kendisi seçmiş ve
buraya kendi özgür iradesiyle yerleşmişti.
Kafasından atamadığı hususlar
vardı tabi ki… Gözünün önünde yarı saydam bir perde gibi her an kendisiyle
birlikte dolaştırdığı hususlardı bunlar…
Orada olmayan, hiç de
önemsemediği nesnelerin ve elinin altında olmayan gıdaların kafasını
kurcalayanlar olmadığını çok iyi biliyordu. O kaçmıştı! Teknolojiden,
medeniyetten, lüksten, internet ve diğer iletişim araçlarından ama en fazla da
insanlardan kaçmıştı. Ya da birinden…
Ama kendinden de kaçmıştı… Şehir
hayatındaki alışkanlıklardan, etrafındaki sahte insanlardan, sahte ilişkilerden
v.s…v.s… işte o bunlardan kaçmıştı… Ama şimdi en çok kendinden kaçtığını
biliyordu artık. “İstesem şu anda geriye dönebilirim”
diye düşündü. Onu alıkoyan ne vardı ki? Kulübesini olduğu gibi bırakır ve
geriye dönüş yoluna çıkardı.
Bunu yapamayacağını biliyordu. “Dönersem
burada geçirdiğim günlere pişman olacak mıyım?” Bunun da yanıtı
yoktu ya da o bu yanıtı o anda veremeyeceğini biliyordu. “Neden
bu kadar ay burada inziva hayatı yaşadım?” sorusunu mu
soracaktı ya da “Gölün kenarında ne kadar huzurluydum. Neden
geriye döndüm ki?” sorusunu mu soracaktı. Eskiden çok sık
kullandığı şu sözü anımsadı: “Yaşayarak görmek en güzeli…”
Bunu yaşayamayacağını ise o çok iyi biliyordu.
O dönemezdi… Eski yaşamı ile
tekrar yüzleşemezdi… O kaçmıştı! Kendinden, çevresinden, yakın arkadaşlarından
ve özellikle birinden kaçmıştı…
“Sevdiğimden”
işte bu kelimeyi telaffuz edemiyordu. Sevdiği miydi? Seveni miydi? Ya da hiçbir
şeyi miydi? Çünkü onlar hiçbir şey yaşayamamışlardı ki… Onlar birbirlerine âşık
olduklarını söylediklerinden sadece bir hafta sonra ve bir daha bir araya
gelmemek üzere kopmuşlardı. Birbirlerini aramadan, sormadan ve tüm iletişim
yollarını kapayarak kopmuşlardı. Ve de birbirlerinden kaçmışlardı… O çok uzağa
kaçmıştı, kendisi de buraya; gölün kenarına, bu ufacık kulübeye…
Bu sessiz ve zifir gecede
içindeki bazı duygularla yüzleşmesi gerektiğini düşündü. Neden ve niçin
kavramlarının bir cevabı olmalıydı artık! Bu düşüncelerle sebepleri hatırlamaya
başladı ya da bunları anımsamaya çalıştı. Aslında bir yandan sebep çoktu, ama
öte yandan ise sebep diye bir şey de yoktu!
Evet, çok kısaydı onların el ele
tutuştukları süre, çok az sürmüştü karşılıklı “Sana âşık olduğumu o gün
anladım” demelerinden sonraki süre, sadece bir haftaydı
bu… Nedenleri anımsamak istemedi. Çünkü anımsarsa “Neden?”
diye bir veri ortaya çıkmayacak ve üzülecekti. Bazen “Söz”
ağızdan çıkar ve bir mermiden daha fazla hasar verebilir. Hatta mermiden kaçmak
bir olasılıktır. Hani eğilirsin, sağa ya da sola kaçarsın ve belki sana değmez.
Ama “Söz” öyle değil. Ağızdan çıkar ve gittiği yeri
vurur. Tamam, ama ortada birilerini vuracak bir “Söz”
de olmamıştı ki! Onların başına gelen; bir tek “Söz” ya
da yanlış bir hareketten yıkılan onlarca aşkın, yuvanın, saadetin başına
gelendi. Eğer şu an tarafsızca düşünse anlamsız bir şekilde yıkılan bir
birliktelik adına çok üzülecekti.
O buraya dinginliğe gelmişti. O
buraya kendini fark etmeye, kendisiyle ilgili farkındalığa erişmeye gelmişti. O
şehirde yüzlerce, binlerce insanın arasında olup kendini dört duvar arasına
hapsedenlerden olmamaya gelmişti. Ama o buraya etrafında dört duvar olmasa da
daha beter bir hapishaneye, tabiat hapishanesinde tek başına çile çekmeye
gelmişti.
Onu hatalarını düşünmemeye sevk
eden hususlardan biri işte buydu. Hatalar yapılmış ve rüzgârın savurduğu
tohumcuklar misali o da gölün kenarına savrulmuştu, o kendini bilerek ve
isteyerek buraya savurmuştu.
Gece yine o ıssız ve zifiri
görüntüsü ile tam karşısındaydı. Biraz önceki karşısında birkaç ışık olsa
temennisini es geçti. İyi ki karşıda ışıklar yoktu. O; içindeki yaşam ışığının
sönmeye başladığını düşünerek irkildi. Bu olmamalıydı. Peki neden? Dönme umdu
mu vardı ya da dönmeye niyeti mi vardı? Vardı tabi…
Bu onu yaşama bağlayan tek bağdı
ve anımsamaya çalışmasa da bilinçaltında bir yerde yeşeren tek filiz bu dönme
anıydı. Dönecekti ama ne zaman? Dönecekti ama ne şekilde? Sakallar uzamış bir
Robinson misali mi? Yoksa tekrar sırtına alacağı bir lacivert takım elbise
içinde sinekkaydı olarak mı? Hani bazı ilişkilerde olur ya, yürürsün ama
hedefin mutlaklığı yoktur. Bir gün biterse acı çekeceğini bilirsin ama ömür
boyu sürdürme adına değildir, başlama şekli ve devamında sürdürülen davranış
biçimidir…
Yürüdüğü yere kadar… Hedef
olmadan. Salt anı yaşama adına…
O; gölün kenarındaki yaşamını bu
tür ucu açık ilişkilere benzetiyordu. Geldi ama bir gün dönmeye niyetle değil,
geldi ama mutlak burada kalmaya değil. Uykunun o güzel uyuşkanlığı
gözkapaklarına vurmaya başladı. Oturduğu yerde arada dalarak ve sonra irkilerek
yine gözlerini açmaya başladı. Gece sırtına binmeye, baskısını hissettirmeye
çoktan başlamıştı. İçinde yine ucu açık duygularla yavaşça yatağa yan uzandı ve
başını yastığına gömdü.
Uyumadan önce gözlerinden birer
damlanın yüzünden aşağıya süzüldüğünü fark etmedi bile…
Gölün kenarındaki adam uyudu…
Bojidar Çipof
2 Eylül 2010