İnsan yaşamının her
evresinde devamlı olarak karşısına “kavramlar”
çıkar. Bu kavramlar o kadar çoktur ki sayfalara, kitaplara sığmaz. Ağzımıza
pelesenk olmuş bazı başlıcalar da şunlardır:
Aşk, mutluluk, sevgi,
sevda, umut umutsuzluk, önemseme, tolerans, hoşgörü v.b.
Tabi burada en başta
gelen, insansal kavramların çok azı anımsatıldı. İnsansal kavramlardan ayrılıp
felsefi kavramlara doğru yol aldığımızda, işte orada biraz durmak gereklidir.
Çünkü esas bunlarla, bunların çokluğuyla başa çıkmak mümkün değildir.
(Buradaki; “Mümkün Olmama” tanımı,
bu kavramların sayısal çokluğunu belirtme adına kullanıldı.)
Felsefeye girip çeşitli
kavramlarla ilgilenmeye başlanıldığında ise çok sayıda felsefi kavramın
arkasında bir “izm” olduğu da
görülür. Ortalıkta gezinen bir düşünceye göre; “izm”lerden olabildiğince uzak durmak gerekir. Bu fikir ya da inanç,
başta komünizm ve faşizm olmak üzere siyasal kavramlardan oluşan bir tepkidir
ve “izm”lerin bir tabu olmasında en
önemli etken olarak başta bu iki siyasi kavram gösterilir. Nasıl ki insansal
kavramların en bilinenleri yukarıda yazıldıysa o insansal kavramlar diye
bildiğimiz kavramlar, aslında felsefi kavramların içindedir ve en
önemlileridir. Bu da kavramların, çoğu kez “Kavram Kargaşası” yaratmasına neden olur.
Aslında “izm”lerden bu denli korkmamak ve önyargılı olmamak gerekir. Yukarıda değinilen ve sözlemi bir zamanlar ürkütücü olanlar dışında “izm”ler de yaşamın bir parçasıdır. Burada örneklemeye başlamak, bu yazının bitmemesine neden olacağından yazar sadece kendince önemsediği iki “izm”den bahsetmektedir.
Bunlardan biri; “Egzistansiyalizm” ya da Türkçe söylemi ile “varoluşçuluk”tur. Çok “ünlü” yazarlar bu “var olma” konusunda “dindışı” (tanrısız) ve “dinsel” (dine bağlı) diye ikiye ayrılmışlar, kafaları daha da karıştırmışlardır. Nedense Camus ve Sartre gibi en bilinen varoluşçular “tanrısız” tanımlamasında olanlardır. Dostoyevski ve Nietzche gibi yine çok tanınan düşünürler bu konuda o kadar kötümser ve umutsuz olmayanlardır. Yakın varoluşçular arasında ve daha yumuşak yaklaşımda olan Milan Kundera’yı da bu arada unutmamak gereklidir.
Bu kavram nedense yazarın
yaşamında çok yer tutmaktadır ya da bugüne değin tutmuştur. Özünde “kötümserlik” ve “umutsuzluk” ve hatta “bunaltı”
olan “varoluşçuluk” hakkında yazar
müspet düşünce ile kendince bir senteze varmaktadır.
“Var olmanın” o dayanılmaz hazzını, yaşadığı her anla özümseyen ve var olmasının dahi pozitif bir olgu olduğuna inanan yazar, bu kavrama özel bir önem/anlam yüklemektedir. Bu konuda; çok uzun tümcelerle, ana mevzunun etrafında dolanıp duran ama bir yere varamayan çok kitap okumuş ama yazanlar kafasını karıştıramamış hatta kendisine çok da faydalı olmuşlardır.
Yazar bu yazıyı yazarken
dahi “var”dır ve ancak bu suretle bu
yazısını size ulaştırmıştır. Hatta yazarın bazı sitelerinde ana meslek olarak
şu tek kelimelik bir tanımlama bulunur: “Yaşarım”
Burada yazar başka bir noktaya ani bir dalış yaparak, yaşamın ve var olmanın özündeki en önemli kavramlardan biri olan “çelişki”yi bilerek ve isteyerek yapacaktır.
Yaşamın her anında “matematik” vardır. Adı bilim olan her konunun özü zaten matematiktir. Bu bağlamda; yaşamla bağlantılı olarak, bedensel işlevlerimizin hepsi matematiksel birer veridir. Kalp atışı, nabız ve elbette ki nefes... Bunlar; bir matematiksel veri olarak sayı/dakika şekline ölçülen müspet değerlerdir.
Yaşam bir matematiktir diye belirtildi. İnsan vücudunda sayısal değerlerle ölçülen bu yaşamsal veriler durduğunda, yaşam da son bulur. Yaşam matematiksel verilerle ölçülür diye belirtildi. Bu yukarıda belirtilen biyolojik değerlerin, bir de yaş ve yaşama süresi olarak ki bunlar insanın bakış açısından, kendisine daha önemli gelen ve daha da önemli olan olgulardır ve yine matematiksel verilerdir.
Yaşamı salt matematik, salt felsefi ya da insansal kavramla da irdelememek gereklidir. Çünkü yaşam bir bütündür. Yaşam bir var olmadır ve elbette ki yaşam; “yaşamak”tır.
Bu tabi ki kişiye göre
değişen bir söylemdir. Kişi nasıl yaşamak istediğini kendi belirler, kendi
söylemleriyle ve eylemleriyle ortaya koyar ya da ifade eder. Bu şüphesiz başta
maddi imkânlarla, sosyal çevre ve bulunulan konumla ilgili ve bunlarla doğru
orantılı bir olgudur. Ve başta maddi olanlar olmak üzere olanaklar tabi ki
bunda en önemli faktördür.
Kişinin usunda kendi için
uygun gördüğü, yaşamak istediği şekil en azında kendi kendine olan
söylemlerinde, kendine göre değişen ölçeklerde arzu edilen bir yaşam
şekli ve var olma biçimi olmalıdır. İstem bazen ütopik, bazen de varılması
mümkün olan bir şekildedir. Sonuçta ölçütü ne olursa olsun istem; yaşama ve var
olma adına arzu edilenleri tarif edecektir.
Kavramlarla
oluşturulan, dönüp duran tümcelerle kafa karıştıran bir yazının sonu…
Bu kavramlar; yaşamınızın
vazgeçilmezidir ama yönetmeni olmamalıdır.
Yaşam kişice
yönetilmelidir ve insansal ve felsefi kavramlarla donatılmalı,
renklendirilmelidir. Bu renklilik salt kişinin elinde olan bir husustur. Her ne
konumda olunursa olunsun, yaşam salt kişinindir. (Bu yazıda “salt” çok kullanıldı, bunun tuzla da bir alakası yoktur.)
Yazının sonunda yazarın
yaşamla “ti” geçtiği de
düşünülmemelidir. Çünkü yaşamak çok ciddi bir olgudur. Yaşamdan haz almak da
bir o kadar önemlidir.
Yaşamın özü ise “sevgi” ve “sevmek”ten ibarettir. Sevgi insansal ve felsefi kavramların içinde en göreceli olanı ve en fazla tanımı olanıdır. “Sevgi” olmadan yaşam bir hiçtir. Etrafımızda, yakınımızda, işimizde, yurdumuzda ve tabi ki ailemizde sevmekle yükümlü olduğumuz çok husus, nokta ve kişi vardır.
Sevgi çeşitliliğinde “çokluk” olmayan, “teklik” arz eden sadece “âşık”
olunandır.
Yazının bir yerinde de
belirtildiği gibi içerikte çokça “çelişki”
bilerek, isteyerek ve düşündürme amaçlı olarak yapılmıştır. Buna gösterilecek “hoşgörü” ise okuyanın yazara
göstereceği sevgi ile doğru orantılıdır…
Bojidar Çipof
28 Haziran 2010