2023 Dergisi'nin Ocak 2010 sayısı; "Patrikhane ve Ekümenizm" konusunu ele alıyor. Bojidar Çipof'un makalesi "Ekümenizm ve Fener Rum Patrikhanesi" de dergide yer almaktadır. Derginin linkinde (2023 DERGİSİ) bir kısmı olan makalenin burada tamamı verilmiştir
Doğu (Ortodoks) ve Batı (Katolik) Kiliseleri’nin dinsel ve idari yapısını, konunun daha iyi
anlaşılabilmesi açısından şu hususları vurgulamak gerekir: Ortodoks dünyasında,
Katolik Kilisesi’nde olduğu gibi Papa’nın ruhani reisliği gibi tek bir ruhani
lidere tabi olma durumu yoktur. Katoliklikte, tek merkez, tek lider vardır ve
Vatikan tüm Katoliklerin dini merkezidir. Bu gün bir Alman, dün bir Polonyalı,
ileride bir başka ırktan papa seçilmesi mühim değildir. Mühim olan Papa’nın
Katolik bir din adamı olmasıdır.
Batı Kilisesi
olarak tanımlanan Katolik Kilisesi ile daha yakın bir tarihsel geçmişi olan
Protestan kiliseler, “ümmetçi” bir davranış sergilerler. Dinî öğretilerinde
ve faaliyetlerinde ulusalcılık ve milliyetçilik ön planda değildir. Amaç
olabildiğince insanı kendi kiliseleri çatısı altında sâdece inanç yönünden
toplamaktır ve bu da misyonerliğin temel felsefesini oluşturur. Etnik durum hiç
önemli değildir. Aynı bağlamda da liderin etnik durumu da önem arz etmez.
Doğu Kilisesi’ndeki ise durum çok farklıdır. Çünkü burada ümmetçilik
yoktur. Ulusalcılık ve milliyetçilik ön plandadır. Misyonerlik ve “Hıristiyanlaştırma” faaliyetleri de
neredeyse yoktur. Bulgar, Rus gibi etnik tanımlamalarla adlandırılan
patrikhanelerin başındaki dini lider de doğal olarak aynı ırktandır. Bu kiliseler millidir.
Ortodoks kiliseleri bir yandan otonomilerini, dini özgürlüklerini
sağlamaya çalışırken öte yandan, Fener Rum Patrikhanesi’nin “Ekümeniklik”
iddiası ve “Tüm Ortodokslar Helen’dir” felsefesi ile kurmaya çalıştığı dinsel
olmaktan çok hiyerarşik baskı ile uğraşırlar. Bu da reddedilmesine karşın din
adına milliyetçilik yani filetizmdir. Fener Rum Patrikhanesi de ne kadar
Ekümenik yâni evrensel olarak kendini tanımlama gayreti içinde olsa, zaten
kuruluşundan itibaren ve hala da devam ettiği gibi başındaki dinî lider yâni
patrik her zaman Rum/Yunan olmuştur.
Bu yazımızda, Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümeniklik iddiasının dinsel
ve hukuksal boyutunu çok fazla teolojik kavramlara girmeden irdeleyeceğiz.
Ekümenik olmanın en büyük şartı bir Havari tarafından kurulmuş
olmasıdır. Dünya’da bu vasfa sahip olan, üç Ekümenik Patrikhanenin (Roma, İskenderiye, Antakya) yetki ve
sınırları M.S. 325 yılında İznik’te toplanan ilk Ekümenik Konsili’nde tespit ve
tayin edilmiştir. Bu konsilin IV-V-VI ve VII. maddeleri Metropolit ve
Metropolitlik merkezlerinin imtiyazlarına ilişkindir. Havariler tarafından
kurulan ve bu yüzden Hıristiyanlık dünyasında “apostolik” kabul edilen bu kiliselerden farklı
olarak Konstantinopolis (İstanbul) Kilisesi apostolik
bir kilise değildir. Nitekim Ortaçağ boyunca Roma Kilisesi, Batı dünyası
üzerinde mutlak bir güce sahipken ve krallara taç giydirirken Doğu Roma, yâni
Bizans imparatorluğunda durum farklıydı. Öncelikle İstanbul Patrikliği’nin gücü
dinsel değil Bizans’ın siyasal gücünden geliyordu. Bizans ne kadar güçlü ise
Patrikhane de o kadar güçlü idi. Bizans imparatorları “Sezaropapist” bir yaklaşımla kilise üzerinde mutlâk
bir denetim kurarak kiliseyi siyasi amaçları doğrultusunda kullanmaktaydılar ve
patrikler üzerinde çok fazla denetime sahiplerdi. Birçok tarih ve din kitabında; imparatorla
ters düştüğü için İstanbul Adaları’ndaki zindanlarda işkence yapılan, gözleri
kör edilen, unvanı zorla elinden alınan patrikler hakkında bilgi bulunur.
Bizans tarihsel sürecinde, patrikler hep
emir kuludur. Buna çok bariz bir örnekleme yapılırsa, gelmiş geçmiş patriklerin
listesinde çok kısa aralıklarla, bir yıldan da az patriklik yapmış çok ad
vardır. Yine aynı bağlamda, birden fazla makama gelen patrikler de bu
listededir. Bu imparatorun canı istediğinde azil edilen patrikler, Osmanlı
döneminde nispeten daha rahat olmuşlar ama burada da sadrazamlarla rüşvet pazarlıkları
yapılmıştır ve bunun da örnekleri bulunmaktadır.
Fener Rum Patrikhanesi belki de en rahat
dönemini Türkiye Cumhuriyeti tarihi esnasında yaşamış ve yaşamaktadır. Bu
sürede patrik olanların neredeyse çoğu ömür boyu patriktir. Rum Patrikhanesi için
“Devlet içinde Devlet” (İmperium in imperia) olma durumu belki
Osmanlı dönemi için söylenebilir. Patrikhanenin fesatlık tarihi de bu gibi
hadiselerle doludur. Ancak bunlar bu makalenin ana konusu olmadığından burada
sadece bir tespit olarak yer vermekteyiz. Yine Patrikhane için söylenen
“Eşitler Arasında Birinci” (Primus inter
Pares) sıfatlandırması, tamamen Bizans’ın siyasi olarak patrikliği kullanma
durumundan ortaya çıkan bir tanımlamadır.
Ne ilginçtir ki bu iki tanımlama, son
yıllarda patrikhane ile ilgili olarak çıkan (başta)
yanlı araştırma, kitap v.s. de çokça yazılmakta, söylenmektedir. Burada
Patriğin birincil konumu tescil edilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu iki eski
söylemin yanı sıra Bizans döneminde kullanılan ve bir anlamda hadiseye bir açıklık
getiren şu söylem göz ardı edilmektedir: “Patriksiz
İmparatorluk olmaz” (İmperium sine
Patriarcha non staret)
Evet, bu tarihsel söylem, zaten içinde
gerçeği de barındırmaktadır. Patrikhane; imparatorluk için bir araçtır ve de
kullanılan bir araçtır.
Tam bu noktada, M.S. 325 yılına dönmek ve
İznik Konsili’ni irdelemek gerekir. O yıllarda Hıristiyanlığın serbest
bırakılması tamamen siyasi bir olgudur. İmparator 1. Konstantin (Gaius
Flavius Valerius Aurelius Constantinus ) Hıristiyanlığı serbest bırakmış,
bunda annesi Elena’nın da çok fazla payı olmuştur. Daha sonra kabul edildiği
gibi de ikisi birden aziz olarak ilan edilmişlerdir. Kısa bir açıklamayla;
Hıristiyanlık tarihinde çoğul ilan edilen çok az sayıda azizlerden olmuşlardır.
Bu ikisi Aziz (St.) Konstantin ve
Elena olarak anılmaktadırlar.
Konstantin’in Hıristiyanlığı serbest
bırakmasındaki en büyük etken; kitlelerin inanç ile baskı altına alınması ve
yönetilmesindeki kolaylıktır. Ancak bu kolaylık bir şekilde kaybolmaya
başlamıştı. Henüz din ile ilgili çok kavramın tam olarak oturmadığı yıllarda,
İskenderiye’den yükselen bir akım imparatoru ve tabiî din adamlarını rahatsız
etmeye başladı. Bu akım din bilgini Arius’undu; Hazreti İsa’nın varlığı ile
ilgili savunduğu ve çok fazla taraftar bulan bir akım kurmuştu. Hatta bunu
ideoloji olarak da tanımlamak da mümkündür. Kısaca Ariusçuluk denilen bu kavram
kitleleri dalga dalga sarmaya başladı.
İmparator, kitlelerin zihinsel yönetimini
elden kaçıracağını anladı ve bir genel konsil toplanmasını istedi. Bu; 1. İznik
genel Konsili’ydi. Hıristiyanlar arasında asırlardır tartışılan ve hala
karşıtları olan “Baba Oğul ve Kutsal Ruh”
bu konsilde kabul edilmiştir. Bir Hıristiyan, günümüzde bu kavrama karşıysa;
sapkındır, heretikdir, din dışıdır.
Ancak bu kavramın doğruluğu kadar bir de kabul ediliş biçimi hâlâ
tartışma konusudur ki bundan yola çıkarak yazının sonlarına doğru Rum
Patrikhanesi’nin ekümenikliği irdelenecektir. Çünkü bu konsili yöneten
imparator o esnada Hıristiyan değildir ve ateş kültüne tapmaktadır. Zaten, hasta yatağında son nefesini verirken,
Hıristiyan olduğu yazılıdır. Burada “yazılı“
ifadesi özellikle kullanılmıştır. Her halükarda zaten Konsil’de Hıristiyan değildir.
Ola ki patrikhaneye, Konsil’de imparator tarafından ekümenik sanı verilmiş olsa
dahi bu dini açıdan geçersizdir.
Balkanlarda Hıristiyanlığın yayılması ile
9. ve 10. asırda Bulgar, Sırp ve Rus Kiliseleri Hıristiyanlık dünyasına
girmiştir. Slav dünyasındaki yeni
kiliseler; siyasî güce bağlı olarak kendi
krallıklarının güçlenmesi ve Bizans’ın zayıflatılması gibi etkenlerle Patriklik
rütbesine yükseltilmişlerdir. Dolayısı ile Ortodoks dünyasında Katoliklerde
olduğu gibi tek bir ruhanî lider ve tek bir ruhanî birliktelik yoktur. İstanbul
Patrikhanesi Bizans’ın hâkim olduğu bölgelerde egemen ve ekümendir. Yâni
Bizans’ın sınırlarının genişlemesi ile nüfuz bölgesi genişlemiş, Bizans’ın
sınırlarının daralması ile patrikhanenin sınırları da daralmıştır.
İstanbul’un Fethi ve Osmanlı yayılması ile
birlikte Patrikhane bir anlamda gücünü yeniden toplamış ve ruhanî nüfuz
bölgesini tekrar genişletmiştir. Bugün Türk tarihçileri Osmanlı hoşgörüsünü
vurgulamak adına genelleme yanılgısına düşerek ancak 18. yüzyıl sonları ve 19.
yüzyıl başlarında ortaya çıkan bir Millet
Sistemi ve Millet Başılığı statüsünü
Fatih dönemine bağlarlar.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul Patrikliğine
Bizans dönemindeki haklarını ve itibarını iade etmiştir, ancak tarihî deliller
patrik efendiye millet başı statüsü verildiğini ispat etmeye yeterli değildir.
Nitekim bugüne kadar Osmanlı arşivlerinde bu tür bir belge bulunamamıştır.
Patrikhanenin kendisi de bu yönde bir ferman ibraz edememektedir, ayrıca
patriklere verilen fermanlarda da Osmanlı tebaası bütün Ortodoksları temsil
ettiğini ima eden millet başı lafzı
yoktur. 1870 tarihli Bulgar Eksarhlığı Fermanı ile zaten dinî yetki alanı
yarıya indirilmiştir.
Bu yazıda patrikliğin “Ekümeniklik” iddiasının gelişi çok saha uzun yazılabilir. Ancak
dinsel açıdan neden ekümenik olmadığını çok basit bir yöntem ve düz mantıkla
açıklamak mümkündür. Rum Patrikhanesi’nin en büyük iddiası kilisenin Havari
(Aziz) Andreas tarafından kurulduğudur. Fakat tarihsel verilerde Aziz Andreas’ın
bu topraklara geldiği hakkında bilgi bulunmamaktadır. Bu kilisenin ilk yüzyılda
Andreas tarafından kurulmuş olması gerçek olsaydı, o zaman bir havari
tarafından kurulan ve ekümenikliği kabul edilen üç kilise arasında yer alması
gerekirdi. Oysaki gerçek o zaman diliminde küçük bir kasaba olan Bizantium’un sâdece
bir papazlık olduğu ve Heraklia (Marmara
Ereğlisi) Metropolitliği’ne bağlı olduğu hakkında çok fazla kaynak vardır.
Yine aynı düz mantıkla, madem Havari
Andreas bu kiliseyi kurdu. O zaman neden 325 İznik Konsili’nde patrikhane
olarak yer almadığı da sorulabilir. Bu tespit aslında kendi kullandıkları
sıfatla da doğrulanmaktadır. Konstantinopolis Başpiskoposu ve Yeni Roma ile
Ekümenik Patriği. Evvelâ Konstantinopolis Başpiskoposu, sonra da Yeni Roma ile
Ekümenik Patriği sanları bu patrikhaneye Bizans imparatorları tarafından ve bir
zaman diliminde tamamen siyasî amaçlarla verilmiştir.
Çok kısa bir tanımlamayla Fener Rum
Patrikhanesi, Hıristiyanlık tarihinde bir havari tarafından kurulmuş elçisel
bir kilise değildir. Bu tamamen siyasi bir unvandır.
“ÇARMIHA GERİLMEK”
Rum Patriği Barholomeos ile ilgili
geçtiğimiz haftalarda çıkan çok sayıda haberler vardı. Amerikan CBS
Televizyonu’na verdiği beyanat tartışılıyordu. Ne demişti Patrik bu
beyanatında: “Türkiye’de kendini çarmıha gerilmiş hissediyorum” ve devam
ediyordu: “Türkiye’de ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyoruz”
Bu dinsel açıdan mümkün olmayan
ekümenikliği bize dayatmaya çalışanların da desteği ile ortaya atılan bir
söylemdir.
Yunanistan Dışişleri
Bakanlığı Sözcüsü Grigoris Delavekuras, Fener Rum Patriği Bartholomeos'un
Amerikan CBS Televizyonu’na yaptığı açıklamayı "Herkes dikkate almalı"
diyerek destekledi. Bu zaten beklenen ve de bilinen bir tepkidir.
Yunanistan bu günkü bildiğimiz
coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir ülkedir. Yunanistan; bir AB üyesi olmasına
karşın kökten dinci bir ülkedir. Megali İdea’ya göre merkezi İstanbul olan “Büyük Yunanistan”ı kurmak iken bu amaç
gerçekleşememiş ve 1814 Filiki Eterya ile başlayıp 1821’de –Yunanlılara göre- hüsranla biten
maceradan sonra gelişen bir takım olaylar sonucunda kurulmuş bir ülkedir.
Yunanistan Anayasası’nda belki de başka bir
ülkede örneği bulunmayan maddeler bulunur. Bunlardan 3. madde özetle şöyledir: “Yunanistan’ın resmi dini Ortodoksluktur,
dinin başı Konstantinopolis’tedir (İstanbul)”
1789 Fransız İhtilalı’nı müteakiben,
Avrupa’da Yunan hayranlığı ve “Yunancılık”
akımı başlamıştır. Bunun tohumlarını atan Giritli bir Yunanlı olan ozan, şair
Rigas Ferreos’tur. Bu militan şair; Avrupa’da zemini hazır olan Yunan
hayranlığını çok güzel kullanarak kendine önemli yandaşlar bulmuştur. Bu
yandaşların en önemlisi ise şüphesiz Ferreos’tan fevkâlade etkilenen ve
Yunanlılara methiyeler içeren, lirik şiirler yazmış olan Lord Bayron’dur. Rigas’ın attığı bu tohumlar meyvelerini kısa
sürede vererek ortaya Yunan yandaşı olup Avrupalı soylulardan destek gören
çeşitli örgütler yaratmıştır. Bu örgütlerin en önemlisi şüphesiz 1814 yılında
Rus Çarı’nın, Odesa kentindeki yazlık sarayında toplanarak kurulan ve
“Paramasonik” bir kuruluş olan Filiki Eterya’dır. Yunan milli ülküsü olan “Megali İdea”ya göre Filiki Eterya; en
kısa zamanda askeri örgütlenmesini de tamamlayarak merkezi İstanbul olan bir
ihtilal yapmak ve “Büyük Yunanistan”ı
oluşturmak amacı ile kurulmuştu
Uzun zaman bir lider arayışında olan Filiki
Eterya; örgütlenmesini sıkıntılı bir şekilde tamamlayabildiğinde artık 1821
yılına gelinmişti. Bu esnada, Rum Patrikhanesi; örgütün silah deposu halini
almıştı. Padişah; bu durumu öğrendiğinde derhal Patrikhaneye bir baskın
düzenledi ve aramalar esnasında önemli miktarda silahın yanı sıra; eyleme
geçildiğinde kullanılmaya hazır çok sayıda sahte yeniçeri giysisi ele
geçirildi. Patrik 5.Grigorios şu anda “Kin Kapısı” denen kapı üzerinde asıldı.
İşte “Kin Kapısı” Rumlar ve
Yunanlılarca sembolleştirildi ve o meşhur fetva verildi: “Bir Osmanlı Padişahı ya da bir Osmanlı veliahdı ya da bir Osmanlı
şeyhülislamı burada (kapıda) asılmadıkça burası açılmasın…” . Aradan geçen
187 yıla rağmen bu kapının açılamamasındaki tek etken bu fetvadır. Yunanlı
kaynaklardan öğrendiğimize göre; bu kapı ile ilgili özel bir ritüelin bulunduğu
ve her patrik olanın, patrik olduğu gece bu kapının arkasında bu özel ritüele
göre bir ayin yaparak bu yemini tekrarladığı ortaya konmaktadır.
Günümüzde, Rum
Patrikhanesi’ne devlet başkanları düzeyinde yapılan tüm ziyaretlerde; ziyaretçi
yan kapıdan içeri alınır. Bu kapının açılması yönünde; geçmişte ve günümüzde
Türkiye tarafından yapılan talepler ise daima nazikçe reddedilmektedir. O halde
bizler de zaman zaman Rum Patrikhanesi tarafından gösterilen “sahte”
iyi niyetli söylemlerine karşı şu soruyu onlara doğrultabiliriz: “mademki
iyi niyetlisiniz, o halde adı “Kin” olan bu sembolü artık açınız.”
“Yunanistan’ın başşehri Kontantinopolis’tir”
diyen bir milletten bahsediyoruz. İlköğretim yıllarından itibaren çocuklarına
Megali İdea’yı aşılayan ve topraklarımızda gözü olan bir milletten
bahsediyoruz. Megali İdea emellerinden
olan Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümenikliği ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun
açılması hususlarında da son derece dikkatli olunmalıdır.
1993 yılından 2007
yılına kadar, Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı’nda yöneticilik yaptım. Bu
süreçte Rum Patrikhanesi ve mensupları hakkında 1996 ve 2002 yıllarında iki dâvâ
açtım. 1997 ve 2007 yıllarında bu dâvâların sonuçları Yargıtay’ca onaylandı ve
içtihat hâlini aldı. 2007 yılındaki karar; bir anlamda “Ekümeniklik”
iddialarının çürütülmesi için en önemli dayanak oldu.
13 Haziran 2007 tarihli bu kararın; 26
Haziran’da Anadolu Ajansına düşmesi ile birlikte uzun bir haber maratonu ve
uluslararası baskılar başladı. Bu karar hakkında Yunanistan’da ve Dünya
Basını’nda birçok haber yer aldı. Kararın açıklanmasından bir gün sonra da
Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yorgo Kumuçakos’un tepkisi geldi. Yorgo
Kumuçakos’un bu tepkisinin ardından; Avrupa Birliği Komisyonu’nun genişlemeden
sorumlu üyesi Oli Rehn basın açıklamasıyla kararı kınadı, ardından Yunanistan
Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni ve daha birçok yabancı siyasetçi de bu karara
tepki verdiler. 19-20 Eylül tarihlerinde
Ankara’yı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu
Müsteşarı Nicolas Burns, Rum Patrikhanesi’ne geldi ve kendisine Patrikhane
hukuk danışmanları tarafından hazırlanan; bu karar hakkındaki yorumları ve ABD
Başkanı’ndan istekleri içeren bir dosya verildi. Tabi dosya Bush’un masasına
gitti.
Şimdi bu konularda tecrübeli biri olarak şu
hususlara dikkat çekmek istiyorum: Patrik’in açıklamaları gelecek bir dalganın
habercisidir ve ardından gelecek olan adımlar vardır. Bu adımların en başta
gelecek olanı Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı dış baskılar artmasıdır.
Bu adamlar hiçbir sözü bilinçsiz
söylemezler. Uzunca bir süredir kendilerinin ve “hukuk” danışmanlarının
ağızlarına pelesenk olan bir söyleme dikkat etmeliyiz.
“Biz yaklaşık 2000 yıldır bu
topraklardayız” Bunun ardından “Ekümenizm”
için önemli bir argüman yaratma isteği vardır. Çünkü Rum Patrikhanesi dinî
anlamda Ekümenik değildir. Bu tamamen teolojik bir konudur. Çok basit olarak
bunun ispatı yapılabilir. Bu teolojik mesnetten yola çıkıldığında 1. İznik
Konsili’nden (M.S. 325) itibaren kesintisiz olarak bu topraklarda faaliyette
bulunduklarının altı da çizilmek istenmektedir.
Oysa kesintisizlik durumu 1024 yılında bozulmuştur.
1024 yılında Haçlı Orduları İstanbul’u ele geçirdi ve Bizans 57 yıl boyunca
İznik’e sığındı. Ta ki Haçlılar kendi istekleriyle ve taş üstünde taş
bırakmadan çekildiklerinde geri geldiler. Tabi Patrikhane de o zaman geri
geldi.
Bu kesintisizlik söylemi üzerine
yoğunlaşmak gereklidir. Ben her zaman siyasi erk kimin elinde olursa olsun,
Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılamayacağını ve esas tehlike olan Ekümenikliğin,
bir anlamda Ortodoks halifeliğinin bu topraklar üzerinde kurulamayacağını
savunanlardanım. Beş yıl evvel de “okul
açılabilir ama!” dendi. Şimdi de aynısı söyleniyor. O “ama”nın içinde yasalar ve yönetmeliklere de uyma şartları var.
Zaten o yasalara ve yönetmeliklere uymak isteselerdi YÖK Yasası çıktığında, bu
yasaya uymamak için okulu kendileri kapatmaz ya da süresiz tatile almazlardı.
Bu konu da maalesef “Türkiye okulu
kapattı“ şeklinde söylenmektedir.
Yalnız şu fevkalade
önemli noktaya dikkat çekmek gereklidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde, kabul
ettirilmeye çalışılan Ekümeniklik, mâsum bir istek değildir. “Ne olur turizme faydası da olur” demek
sâdece “saflık”tır. Müslüman
Halifeliği’ni dahi ilga etmiş bu ülkede “Ortodoks
Halifeliği” kurulması ile tamamen eş anlamlı olan Ekümeniklik yasalarımıza
aykırı bir istektir. Laiklik kavramı ile de tamamen zıttır.