29 Mayıs 1453, İstanbul’un
Fethi. Sultan 2. Mehmet (1432-1482) bu tarihte İstanbul’u fethederek
adının Osmanlı Tarihi sürecinde, belki de en önemli Padişah olarak ve adının
önünde “Fatih” lakabı ile anılmasını sağladı. İstanbul’un Fethi; son yıllarda
belki de anlamsız bir şekilde, başta İstanbul Belediyesi olmak üzere sadece
dini ağırlığı olan çevrelerce kutlanmakta, anılmaktadır.
Fetih olayının dini
çevrelerce (de) anılmasının elbette bir zararı yoktur ve olamaz. Ancak bu
kutlamanın, bu çok önemli tarihin adeta yok sayılmasına; son yıllarda artan
“Bizans” hayranlığı ve “Grek Severlik” sebep olmaktadır. 1991’den bu yana
daha da yoğunlaşan bir şekilde, ülkemizin aydınları, akademisyenleri, (bir
kısım)medya mensuplarının “Grekofil” söylemlerini arttırdıkları ve hatta
baskıcı bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, baskıcı, ezici, azınlık
haklarını yok eden bir ülke konumunda olduğu şeklindeki söylemler ve yayınlar
gözler önündedir.
Fetih olayının, bu güne
değin daha çok Milli Görüş ağırlıklı kişi ya da oluşumlarla kutlanması, bu
zikredilen çevrelerden kişilerin haksız tepkisine maruz kalmakta ve aslında çok
önemli bir tarihsel sürecin esas ruhunun, öneminin yok sayılmasına neden teşkil
etmektedir.
İstanbul’un Fethi; Orta
Çağ’ın sonu ve yeni Çağ’ın başlangıcıdır. Bu çok önemli bir hadisedir ve sadece
“Tarihsel Çağlar” sürecinde bir tespit noktası olmaktan da ötedir. Aslında “Tarih
Bilimi”nin sadece bir takım olayları ve tarihleri ezberlemekten ibaret
olmadığını altını çizmek gerekir.
Bu Fetih olayı bugün
entelektüel (ya da öyle geçinen) kesimin gözünde (kötü) Osmanlı’nın,
zavallı Hıristiyanların toprağını, malını ve de canını aldığı, o çok anlı şanlı
Bizans’ın da sonunu getirdiği bir gün olduğu için; anılmaması, kutlanmaması
gereken bir gün, bir tarih midir?
Bu çalışmamızın ana
noktası; işte bu girizgâhla başlayarak, aslında İstanbul’un Fethi’nin, gözler
önünde tüm bilgileri, verileri olan ama nedense bundan yola çıkılarak bir
analizi yapılmamış bir yönünün ele almak ve bugün Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin elinde doğurtulması istenen “Ekümenizm” bebeğini ve bunun
doğurabileceği tehlikeler üzerindedir.
Çok fazla ayrıntıya girmeden
İstanbul’un Fethi’nden evvel Bizans’taki durumunu da ortaya koymak gerekir.
İstanbul aslında 1453’ten çok evvel Osmanlı tarafından ablukaya alınmış, inşa
edilen Rumeli ve Anadolu hisarları ve il çevresi zaten kuşatılmıştı. Bizans
adeta bir ablukaya altındaydı ve şehrin alınması, fethedilmesi için zemin zaten
hazırdı.
Doğu Kilisesi’nin temsil
edildiği ve siyasi bir şekilde ekümenik sanının verildiği Ortodoks Patrikliği
ise aslında Fetihten evvel askıya alınmıştı. İmparator; Osmanlı’ya karşı askeri
yardım vaadi alarak Ortodoks Patrikliğini askıya almış ve patrikliği
kapatmıştı. Patrik 2. Athanasios’un (Patrikliği: 1450-1453) görevine son
verilmiş ve patriklik makamı boşaltılmıştı. Fetihten kısa bir süre önce
Ayasofya’da idrak edilen son Paskalya Ayini’ni ise Papalığın gönderdiği bir
kardinal Katolik ritüeline göre icra etmişti.
Bu tabi ki fanatik
Ortodoks çevrelerce büyük bir infiale neden olmuş ve imparatora karşı büyük bir
öfke hâsıl olmuştu. Bu aslında Fener Rum Patrikhanesi’nin, “Biz yaklaşık 2000
yıldır bu topraklardayız” söyleminin de yalanlayıcısıdır. Aslında bundan evvel
de uzun bir kesinti dönemi vardır. Bu söylemin ardında; sadece “Ekümenizm”
için önemli bir argüman yaratma isteği de vardır. Kesintisizlik durumu 1204
yılında da bozulmuştur. 1204 yılında, Haçlı Orduları İstanbul’u ele geçirdi ve
Bizans 57 yıl boyunca İznik’e sığındı. Ta ki Haçlılar kendi istekleriyle ve taş
üstünde taş bırakmadan çekildiklerinde geri geldiler. Tabi Patrikhane de o
zaman tekrar geri geldi.
Şimdi burada bir tezat ve
din adına nelerin yapılabileceği de gözler önündedir. 429 yıl önce aynı dinin
insanları, Papalığın emriyle şehri ele geçirmiş ve İstanbul’un Fethi ile hiçbir
surette mukayese edilemeyecek bir ölçüde kıyım yapmıştır. Bu din adına bir
kıyımdır. İmparatorun bu kez şehri teslim etmese de dini teslim ederek artık
tek çatı altında birleşmeyi, bu kez o kıyım yapan ordudan, Osmanlı’ya karşı
alacağı destek adına istemekte ve Doğu Kilisesi’ni askıya almaktadır. Aynı
makam (Papalık) bu kez askerlerini değil de din adamlarını
göndererek Ayasofya’yı ele geçirmiştir. İmparator Ortodoks ve Katolikliği tek
çatı altında toplama yetkisini askeri destek sözüne karşı Papalığa
vermişti.
Bu teslimiyet başta
Bizans’ta olmak üzere diğer Ortodoks ülkelerde derin bir üzüntü yarattı.
Bizans’ta halk ikiye ayrıldı ve doğal bir tepki olarak, Ortodoks papazlar da
ikiye ayrıldılar. Bunlar kısaca Patrikçiler ve İmparatorcular olarak
tanımlanabilir.
Burada bu çalışmamızla
direk bağlantılı olmamakla birlikte Rusya’nın düşüncesine de kısa bir yer
vermek gerekir. Çarlık Rusyası bu yapılanın dine karşı bir “ihanet” olduğuna
inandı. Bu inanma; daha sonra Rusya’nın, Ortodoksların hamiliğine soyunmasına,
Panslavizmin destekçisi olmasına ve sonraki asırlarda Osmanlı’nın başına çok
dertler açan Grek Projesi’ni de (Project Grek) devreye sokmasına
neden oldu. Bu inanış bugün Rus Kilise çevrelerinde hala devam eden bir
kanaattir. Bizans dine ihanet etmiştir.
Son Paskalya Ayini’ni
yapan kardinal hakkında aşağı yukarı şu şekilde söylenen, çok yerde sözü edilen
bir söylem de vardır: “Kardinal şapkası görmektense Osmanlı kavuğu görmek
evladır.” Bu söylem Patrikçilerin söylemiydi ve bunu en çok destekleyenlerin
başında bir iyi bir teolojist olan Georgios Sholarios gelmekteydi.
İşte bu ahval altında iken
Fatih Sultan Mehmet’in gerçekleştirdiği, Fetih sonrası durum
değerlendirmelerinde, Patriklik makamının boş hatta kapalı olduğu anlaşıldı.
Bunun üzerine; Fatih Sultan Mehmet, derhal bir Rum Patriği seçilmesini emretti.
Yapılan araştırmalarda; Ortodoks çevrelerin Georgios Sholarios'u patrik yapmak
istediklerini anladı. Havarion ismindeki kilisede yapılan bir dini merasimle
Georgios Sholarios Patrik oldu ve 2.Gennadios dini adını aldı. Burada bir başka
ve önemli nokta ise; dini kurallarla patrik olan 2.Gennadios, dini usul gereği
Sen Sinod üyeleri tarafından değil de Müslüman Padişah tarafından tayinle
seçilmiştir/makama getirilmiştir.
2.Gennadios ile ilgili
yazılacak çok husus tabi ki var. O kadar kritik dönemlerde dahi patriklerin çok
kısa aralıklarla makamı işgal ettikleri, bugün olduğu gibi ömür boyu patrik
olmadıkları, yine bugün olduğu gibi kiliseye bu kadar egemen olmadıkları bilinmektedir.
2. Gennadios da aynı şekilde; kısa aralıklarla üç kez patrik olmuştur.
Burada Fetihle ilgili
bilgilere son vererek çok kısa şu tanımlamayı yapmak gerekiyor: İstanbul’un
Fethi olmasaydı bugün -muhtemelen- Katolik ve Ortodoksluk adı altında
iki mezhep olmayacaktı.
O halde İstanbul’un Fethi;
Orta Çağ’ın sonu ve yeni Çağ’ın başlangıcı olmaktan da öte olarak Hıristiyanlık
Tarihi’ni de fevkalade etkilemiştir. Hatta Hıristiyanlığın bugünkü durumunu
sağlayan çok önemli bir hadisedir. Bizim şahsi kanaatimiz ve tespitimize göre
de; entelektüel çevrelerin çok sahip çıktığı -ki bu da gereken bir tepkidir- tarihte
Rönesans ve Reform diye tanımlanan süreçlerden çok daha önemli bir olgudur.
Şimdi yine bir 29 Mayıs
İstanbul’un Fethi geldi ve bunla ilgili kutlamalar var. Bu kutlamalar yine (sadece
AKP’li) belediyenin organizasyonu olarak idrak edilecek ve yine büyük bir “Yunansever”
kesim bu “onlarca” çok kötü günü yok sayacaklar ve yadsıyacaklar.
Bu ne de kötü sayılan,
İstanbul’un Fethi ile Fener Rum Patrikhanesi arasında ilinti kurulacak,
Ekümenizm şak şakçıları Fethin ne kadar büyük bir kötülük olacağını sergilemeye
çalışacaklardır. İstanbul’un Fethi sadece AKP’li belediyece değil, tüm
entelektüel, akademik ve medya çevrelerince sahiplenilmesi gereken, Dünya
Tarihi’ne, Hıristiyanlık Tarihi’ne ve elbette ki de İnsanlık Tarihi’ne
damgasını vurmuş bir büyük tarihsel olaydır.
Bu yazıdan hiçbir şekilde
kutlamaların neden sadece AKP’li belediyece yapıldığı üzerinde bir tespit
yapılmak istendiği çıkarılmamalıdır. 29 Mayıs’ın; AKP’li ve diğer tüm Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarının, Milli Görüş ya da neye ne kadar inanıyorlarsa, tüm
inançlı ya da inançsız her bireyin mutlaka sahip çıkması ve öğrenmesi,
irdelemesi gereken çok önemli, çok büyük bir tarihi gün olarak idrak
edilmelidir.