Yunanistan’ın iflasın eşiğinde olduğu haberleri bir müddettir süregelmekte ve bununla bağlantılı olarak ülkedeki kaotik durum ile halkın tepkisi de sıkça haberlerde yer almaktadır. Bir yandan sanayisi birçok Dünya ülkesi arasında sözünü ettiren Türkiye gibi bir ülkeyi 1963’ten bu yana oyalayan, öte yandan ise Yunanistan ve düne kadar Varşova Paktı üyesi olan, zayıf ekonomiye sahip ülkeleri bünyesine katan AB için “Oh olsun” demek çok da yanlış olmaz.
Türkiye’nin Avrupa süreci 31 Temmuz 1959’da yapılan başvuru ile başlamış ve 4 yıl sonra 12 Eylül 1963’te; Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile imzalanan anlaşmadan sonra esas ivmesini kazanmıştır. 1987 yılındaki “Tam Üyelik” başvurumuz; 12 yıl sonra, 1999’da “Aday Üye” olarak kabul edilmemiz, 2005 yılından sonra da süregelen “Tam Üyelik Müzakereleri” ile devam etmektedir.
Ve herkes biliyor ki bir nevi “Hıristiyan Kulübü” olan Avrupa Birliği; Türkiye’yi bünyesine almayacaktır.
Sürekli taviz almak, sürekli bizden bir şeyler koparmak tabi ki çok hoşlarına gitmektedir. Bizim ise “Aman Avrupa’yı kızdırmayalım, bakarsın bizi de aralarına alırlar” şeklindeki “saf” bakış açımız var oldukça -görünüyor ki- daha çok tavizler koparmaya devam edeceklerdir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi; ekonomik açıdan tabana vurmuş çok ülke, mevcut durumları ile bu süreçte birliğe dâhil edildiler. Bunlardan bazıları şu an itibariyle ya da ileriye yönelik mali yapılarının istikrarsızlığından ötürü potansiyel tehlikedirler. Yunanistan da bunlardan biridir. Avrupa’da, Fransız İhtilali’nden sonra esas ivmesini kazanmış olan “Yunancılık” ya da “Helenizm” aşkı olmasaydı Yunanistan’ın bu birlikte hiçbir suretle yer almazdı/almaması gerekirdi. Yunanistan’ın bugünkü durumunu bir kenara bıraksak ve birliğe dâhil olduğu 1981 yılı itibariyle ekonomisine ve ülkedeki sosyal yapıya bakarsak; o tarihte Türkiye’yi birlik kapısında “kriterler” diye süründürenlerin, adil olmaları durumunda zaten Yunanistan’ı kesinlikle aralarına almamaları gerekirdi.
Yunanistan’da kayda değer bir sanayi yoktur. En önemli gelir kaynağı turizmdir ve turizmin önemli bir ayağı ise “din” turizmidir. Yunanistan’da din turizmi kadar, dînî obje ve malzeme imalâtı da bir sektördür. Yunanistan için “fundamentalist/köktendinci” bir ülkedir demek haksızlık olmaz. Meclis açılışı, spor müsabakaları, çeşitli resmi ve sivil toplum örgütü etkinlikleri ve akla gelecek her türlü sosyal faaliyette evvelâ bir papaz dua eder. Burada; kişilerin ya da bir ulusun dînî inançları ile bu konudaki davranışlarını yargılama durumunda olmadığımızı da ifade edelim. Ancak bunu bir de Türkiye açısından karşılaştırmak gereği yok mudur? Her ne kadar Türkiye’nin Müslümanlığının bir ölçüt olarak ortada olmadığını ve bu konuda “adil” oldukları ifade edilse de, bunun böyle olmadığını bilmekteyiz. AB bir “Hıristiyan Kulübü”dür ve Türkiye’yi birliğe almayacaklardır.
Yunanistan krizdedir, iflasın eşiğindedir ama Türkiye toprakları üzerindeki bilinen “Megali İdea” ülküsü bu krizin neresindedir ya da ne durumdadır? Şimdi bu hususları biraz irdeleyelim.
Yunanistan; ne koşulda olursa olsun “Büyük Ülkü”sünden yani “Megali İdea”sından vazgeçmez. Kriz büyüktür, hükümet düşmek üzeredir, halk ayaklanmıştır ama “İdea” da yerinde durmaktadır. “Megali İdea”nın Türkiye ayağı olan Fener Rum Patrikhanesi ile Yunanistan Devleti -her zaman olduğu gibi- yine elbirliği içindedirler. “Megali İdea”nın gerçekleşmesi için baş aktör olan Patrikhane’nin “ihya” edilmesi için gerekirse ”aç” kalınır ama ”İdea” için para bulunur. Zaten Papandreu’nun Başbakan olduğundaki ilk icraatı, “8 Milyon Euro” olan yıllık “Rum Patrikhanesi’ne Örtülü Yardım”ı “10 Milyon Euro”ya çıkartmak olmuştur. 4 taksitte gönderilen bu yardım; krize rağmen düzenli olarak yapılmaktadır.
Yunanistan/Patrikhane ikilisi müşterek hareket ederek ve arkalarına ABD ile AB desteğini de alarak son 2 yılda elde ettiği edinimler/kazanımlar alt alta yazıldığında ürkütmeye başlamıştır. Burada bunların bir kez daha tekrarını yapmayacağız. Ancak bu sitedeki eski yazılarımızda ortaya koyduğumuz, araştırmalarımız sonucu elde ettiğimiz ve paylaştığımız tüm bulgular ne yazık ki bir zaman sonra gerçekleşmiş ve bu ikilinin “kâr” hanesine yazılmıştır.
Şimdi, seçim sonrasında önümüzde “Anayasa” çalışmaları vardır ve bu çalışmalarda Fener Rum Patrikhanesi’ne menfaat sağlayacak bir düzenlemenin yapılmaması hususunda çok dikkatli olunması gereği de vardır.
Temel iki sorun; Patrikhane’ye “Ekümenik Statüsü” verilmesi ile ”Heybeliada Ruhban Okulu”nun –onların talepleri doğrultusunda- açılmasıdır. Bu hususlarda, patrikhane hukukçularının çok ince manevralarla adımlar attığını biliyoruz. Hatta bu konuda bir profesörün bir kanun taslağı –öneri şeklinde- hazırladığını da biliyoruz. Bu konuda tamamen iyi niyetlerle ama ABD ile AB baskısını da arkalarına alarak ve “sözde” Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması sürecindeki “sosyalleşme/çağdaşlaşma” adı altında bir “gol” yenmemesine dikkat etmemiz gerekir.
Ekümenik statüsü “Laiklik” açısından, Ruhban Okulu ise başta “Tevhid-i Tedrisat” ve “YÖK” olmak üzere tüm dengeleri alt üst eder. Yukarıda; Heybeliada Ruhban Okulu’nun, onların talepleri doğrultusunda açılması ile kast ettiğimiz ise Ruhban Okulu’nun aslında Türkiye tarafında değil, YÖK’e bağlanmak istemedikleri ve kılık kıyafet ile müfredat açısından uymak istemedikleri hususlar olduğundan ötürü kendileri tarafından kapanmış olduğudur. Bu bağlamda, eğer yürürlükte olan, yasa, mevzuat ve yönetmeliklere uyulduğu takdirde Ruhban Okulu’nun açılmasına bir mani bulunmamaktadır ve bu açıdan bizim de kendi kanaatimiz olarak, açılmasında bir mani görmediğimizi belirtmek isteriz.
Fakat ne yazık ki adım adım ilerleyen bir süreci, ağır çekim bir film şeridi gibi ve duyarsızca izlemekteyiz! ABD ve AB ile Yunanistan bu sürecin arkasındadır.
Bizim şu AB’ye girme hevesimiz/iştahımız o kadar yüksektir ki, ağzımıza o kadar enfes bir “tad” sürülmektedir ki zevkten dört köşe bir durumda, çok kısa bir süre sonra “midemize oturacak” bu ağır yemeği iştahla yiyoruz.
Bizim şu AB’ye girme hevesimiz/iştahımız o kadar yüksektir ki, ağzımıza o kadar enfes bir “tad” sürülmektedir ki zevkten dört köşe bir durumda, çok kısa bir süre sonra “midemize oturacak” bu ağır yemeği iştahla yiyoruz.
Önümüzde çok dikkat edilmesi gereken bir tarih de var ve bu tarih kriz falan dinlenmeden şu an organize edilmektedir.
15 Ağustos 2010’da Sümela Manastırı’nda; Fatih Sultan Mehmed’in rövanşını almışlardı ve Trabzon Rum İmparatorluğu’nun yıkılışının yıldönümünde ayin Sümela’da ayin yapmışlardı.
Önümüzdeki 15 Ağustos’ta Sümela “Kurtarılmış Bölge” görünümünde olacaktır. Bu konudaki geçmiş yazılarımızı lütfen okuyunuz!
Bize “Komplo Teorisyeni” diyenler oldu ama bizim de her “olacak” dediğimiz üzülerek gerçekleşti ve kazık üzerine kazık yedik. Şimdi yine 15 Ağustos’ta çok büyük bir “kazık” yiyeceğimizi ve geçen sene Sümela’da ve Trabzon sokaklarında yaşanan kepazeliğin devede kulak kalacağını söylüyoruz. Önlem alınmazsa 16 Ağustos’ta utanacağımızı dahi iddia ediyoruz. Ziyaretçilerin turistik obje alış verişinden bıraktığı, birkaç gün Trabzon’daki otellerde yaşanacak berekete ve bundan nemalanmaya odaklananlar; bu gerçekleri göz ardı etmektedirler.
“İdea” ekonomik kriz dinlemektedir. Yunanistan ve Yunan sivil toplum örgütleri kriz dinlememektedir. Haklarını vermeliyiz adamların çalışıyorlar/hazırlanıyorlar. AB’nin de hakkını vermeliyiz... Bu adamlar çok güzel cımbız kullanıyor! Biz “Başka kılımız kalmadı” da desek adamlar koparacak “kıl” bulmakta son derece usta…
http://www.21yyte.org/tr