28 Eylül 2014 Pazar

AUTUMN LEAVES



Sonbahar Yaprakları gibi uçup,

Kışı beklemeden koptular dallarından…

İlkbaharın ılımanlığında olmuş,

Yaz boyu el sallamışlardı birbirlerine

Ama Eylül gibi bitmeye çok aceleciydiler!

Dallarından koptular ve savruldular…

Bir kez daha İlkbahar nasip olmaz ki yaprağa

Şimdi Sonbahar yağmurları ıslatıyor

Kış gelmeden içlerinde titremekteler

Ve Autumn Leaves’i dinliyorlar

Şarkı; pencerenin önündeki

Düşen yaprakları anlatıyor

Kırmızı ve altın rengi yaprakları

Autumn Leaves daha çok şeyler anlatıyor

Eylül bitmeden dinlemelisiniz…


Bojidar Çipof
28 Eylül 2014 




27 Eylül 2014 Cumartesi

HADİ GİT!



Hadi gel unutturmak için seni bana

Hadi gel topla senden artakalanları

Hadi gel çıkart benden kendini 

Hadi git bu kez unuttur seni bana…


Bojidar Çipof
27 Eylül 2014 Yeşilköy



25 Eylül 2014 Perşembe

VAZGEÇERSİN



Kucağında saçlarını okşayıp

Karşında gözlerine bakmak istersin

Ve birden aklına gelir!

“Ya onlar da sahte ise?”

Elini usulca çekersin,

Gözlerini de alarak gidersin…

Vazgeçersin!


Bojidar Çipof
19 Eylül 2014 


15 Eylül 2014 Pazartesi

NOKTA’NIN ÖNEMİ!



Her bireyin hayatında noktaların yeri önemli olmalıdır. “Nokta” tamlıktır, tümlüktür, kesinliktir…

Nokta; bir başka anlamda ise uzaması mümkün olmayan tümceyi ya da eylem bağlamında son sözü simgeler, sonlandırır, boşuna uzatmaz…

Bu “imlâ” işaretinden yola çıkarak noktaları yaşamımızla özdeşleştirelim ya da başka bir deyişle “nokta” ile biraz “alegori” yapalım…

İnsan da Dünya’daki milyarlarca beden arasındaki bir birey, küçücük bir nokta değil midir? Ve doğum; sayısız virgülle dolacak yaşamın başlangıç noktasıdır…

Ergenlik çağında karşı cinse duyulan platonik duyguların ya da güdüsel isteklerin başlangıcı da yaşamda önemli bir noktadır. İlk aşk ya da ilk flört, ilk öpüşme ya da ilk cinsel deneyim. Bunlar da bireyin yaşamında unutulmayacak izler bırakan önemli noktalardır.

Biz bu yazıda, yaşam sürecimizde noktanın gerektiği an ve gerektiği gibi kullanılmasının önemini ve onurumuz için bir nokta koymak gerektiğinde nasıl davranmamız ya da davranmamamızı irdeleyelim…

Evvela şu altın tümceyle başlamak gerek: “Hiçbir zaman geç değildir.” Evet, bu çok doğru bir söylemdir ve gerçekten insan yaşamında hiç bir zaman geç kalınmış sayılmaz.

Zaman; çok hızla akan ve çok önemli bir edinimimizdir ve boşa harcanmamalıdır. Bu hızla akan zaman nehrinde; kaçırılan fırsatlarla ilgili çok hayıflandığımız, üzüldüğümüz hatta kahrolduğumuz olaylar yaşamın tam da gerçeğidir.

Her bireyin yaşam sürecinde bu tür farklı kayıplar vardır. Ama “Hiçbir zaman geç değildir.”  Ve bu aşkta da böyledir.

Aşkta; “Onun aşkından kahroldum”  söyleminde olduğu gibi ayakların yere basmaması, mutluluk sarhoşu olmak da var, kahrolmak da var…

Kahroldum”da genel olarak bir sonlanma var! Bunu bir nokta ile simgeleyebiliriz.  Ama bunun bir de “kahroluyorum” ayağı var ki bu tam bir facia durumudur! Bunu da virgül ya da noktalı virgül ile simgeleyebiliriz. Çünkü “Kahroluyorum”  nokta konulmamış ya da konulamamış durumlardır ve bu bağlamda virgül ya da noktalı virgül ile devam eden “kahır” halidir…

Kahrolma” hali; içinde tıbbı ilgilendirecek psişik bir durumu da barındırır. Ancak bu durumda en iyi ilaç; sürekli ya da geçici olarak “plasebo etkisi” yaratacak “birini” bulmaktır…

Bir ilişki bitmişse,

Uzun bir süreden sonra bitmişse,

Çok kısa bir süreden sonra bitmişse

Ya da başlayamadan bitmişse;

Yapılması gereken tek hareket “nokta” koymaktır.


İşte burada taraflardan biri zaaf göstererek “nokta”nın ardından bir de “virgül” atarsa o andan itibaren ortaya “kaotik” bir durum çıkar! (Bu cümle geneldir, özel durumda olanlar üstüne alınmasın!)

Özel durumu olanları, burada üzüntüyle ifade etmek ya da anmak gerekir. Çünkü bunlar Dünya nüfusunun toplamında, önemli bir yüzde teşkil ederler ve zamanı geldiğinde bir “çizik” atamazlar…

Zamanı geldiğinde hak edeni “çizememenin” yani bir “son nokta” koyamamanın bedelini ise birey  (Genelde) çok “acı” öder!

Bu durumda ortaya çıkan  “acılaşma hali” çok yüksektir ve bir de bakarsınız birey; “acılı arabesk” eşliğinde kendi bedenini “çizdirmeye” kadar gider. Böyle bir durum “vuku” olunca doğal olarak ortaya “vukuat” çıkar.

Şu soru çok sık sorulabilir: “Madem noktadan sonra “virgül” atacaktın neden “noktalı virgül” atarak “imlâ” kurallarına uymadın?

Noktalı virgülden sonra devam etmek kolaydır... Ama noktadan sonra açılan cümle zaten baştan “yüklemsiz” olacağından kişi yaşamıyla ilgili atacağı bu yanlış virgülle hayatını “yüklemsizliğe” sürükler.

Zamanı geldiğinde/gerektiğinde atılan bir “son nokta” o an belki bir acı yaratacaktır ve bunun acısını atlatmak zaman da alacaktır. Ancak şu meşhur ve yukarıda andığımız deyiş bu esnada önemini gösterir:

Hiçbir zaman geç değildir.” 

Mademki hiç bir zaman geç kalınmıyor, ortaya dillere pelesenk olmuş “diş ağrısı” olarak tanımlanan durum çıkabilir… Burada sembolize edilen “diş ağrıları” kişinin yaşamında huzur kalmaması halidir…

Bir yanlış “nokta” nasıl ki bir yazının tümlüğünü etkiliyorsa, atılamamış bir “son nokta” da yaşamın tümlüğünü etkiler.  “Diş ağrıları”  misali huzursuz anlar başlar…

Son olarak: Yaşam sürecimizde “zaman” ve “şart” gerektirmişse, zamanla kast edilen bir “an” oluşmuşsa, şartla kast edilen bir “prensip” çiğnenmişse ve de gerçekten gerekmişse o “nokta” konulmalıdır.

Ama sonra buna uyamayacaksanız o zaman, cümleyi bozmayın ve “yüklemsiz” hale getirmeyin ki hayatınız “yüklemsizliğe” sürüklenmesin.


Bojidar Çipof
16 Eylül 2014 




14 Eylül 2014 Pazar

EYLÜL HALLERİ




Yaz” bitti!

Gün; “Sonbahar”…

Eylül” hallerindeyim

Telaş; “Kış”a hazırlıktandır…


Bojidar Çipof
15 Eylül 2014 



11 Eylül 2014 Perşembe

ZAMAN VE MEKÂN


Bir anda ve bir yerde onunla olmak!
An için; zaman
Yer için; mekân lazım…

Bir anda ve bir yerde onunla olmak!
O an için birlikte olmak
Ve o an içinde, onunla bir yerde yaşamak lazım…

Bir anda ve bir yerde onunla olmak!
Mekân sabittir
An ise akarsu misali akar ve durduramazsın…

Bir anda ve bir yerde onunla değilsen?
İlacın en iyisidir zaman!
Ve zaman akışı içinde karşılıklı unutturacaktır…
---------------
Ben bu yazıyı yazarken,
Sen bu yazıyı okurken de zaman gitti!

(YN: Zaman ve Mekân Kuramı üstüne benden birkaç satır.) 


Bojidar Çipof
10 Eylül 2014 




9 Eylül 2014 Salı

KANDIRAMAMIŞIM BEN “BEN”İ…



Sürekli geçmişte sana yazdıklarımı okuyorum

Bazen satırları atlayarak bazen içime kazıyarak

Kimi satırlarda sevgi, kimi satırlarda öfke var

Ama içimden gelen ve dökülenler bunlar

Saklamadan sana yazılmış satırlar bunlar

O andaki duygularımı betimlemişim sadece!

Mektuplar vardır riyakârca yazılmıştır,

İçinde senden yana bir güneş parlar ama inanma!

Zira çokluk; köçekten beter, rakkaseden ehil oldu

Ve kötü şu ki: Alıştı insanlar bu kıvırtanlara,

Kızıyor gerektiği gibi davrananlara…

Artık tenler saklı, ruhlar aşüfte; yollarda, sokaklarda

Ben ise başa döndüm devinim olsun diye!

“Sürekli geçmişte sana yazdıklarımı okuyorum”

“Bazen satırları atlayarak bazen içime kazıyarak”

Şimdi bunun da doğru olmadığını fark ettim

Çünkü geçmişten iz bırakmamış ve silmişim

Kandıramadın sen “Ben”i…

Kandıramamışım ben “Ben”i…


Bojidar Çipof
9 Eylül 2011 



5 Eylül 2014 Cuma

GÖLÜN KENARINDAKİ ADAM (15) Bojidar Çipof


Bu yazı; 2010'da başladığım ve bu sene bitirmeyi hedeflediğim bir romandan bölümlerdir. İlk 5 bölümü burada yayınlanmıştır. 6 ile 14. bölümleri romanda okuyabileceksiniz.

Hikâye; bir yandan henüz ilk 5 bölümde tarif edilmemiş bir kadını arayan öte yandan günümüz yaşamındaki negatif olguları sorgulayan bir Adamın içsel çığlıklarıdır.

Romanın yarısında Adam, modern yaşamın tüm imkânlarını ve çevresini bir kenara bırakarak, içsel hesaplaşmalarını yapmak için bir gölün kenarında derme çatma bir kulübede yaşamaya başlamıştır…

Adam; gölün kenarında oturuyordu. Gün düşmüş, hava kararmaya başlamış ve gecenin sessizliği kendini göstermişti. Gölün durağan suları çok hafif, belli belirsiz dalgacıklar oluştururken sessizliği bozan tek unsur kuşlar ve böceklerdi. Aslında onun birkaç tavuğu ve bir de horozu vardı. Ama nedense batımında az da olsa arada çıkan sesleri bu gün batımında gelmiyordu. Adeta doğaya, doğanın kendi sesine yol verir gibi, tabiatın yüce gücüne saygı ile eğilircesine bu gün batımında susmuşlardı.

Tabiat ne yüce bir kudrete sahip” diye düşündü adam… Ve ne kadar zamandır burada yaşadığını anımsamaya çalıştı. Son zamanlarda bunu yapamadığını hatırladı. Burada deli gibi akan zamanı ölçen bir saat, haftanın günlerini belirtir bir takvim,  ayları belirleyen bir unsur yoktu. Burada salt tabiat ve “O” vardı. Tabiat ve ortasında bir adam… Yalnız bir adam…

Adam; çok uzun süre evvel saatini çıkarmış ve zaman mevhumunu kendi sezgisi ile tayin etmeye başlamıştı. Hem saat da neydi ki? Gün ve güneş, gece ve karanlık... Bu iki mevhum çok bile geliyordu ona. O gölün kenarında yaşayan adamdı. O yalnız bir adamdı…

Bu gün batımında başka bir hüzün içinde olduğunu fark etti. Yalnızdı… Kim bilir kaç ay, hatta yıldır burada yaşamaktayım dedi içinden. Evet, günleri ayları takip etmek zordu belki ama yıllara ne oldu? “Ben nerede ucunu kaçırdım dedi” kendi kendine.

Zor bir soruydu bu. Çok da kolaydı aslında bunu hesaplaması. Yaz ve güz. Sadece bu iki mevsimi kendine istina alsaydı işi çok kolay olacaktı. Ahşap kulübesinin bir yerine, her yaz ve güz için sadece birer çentik atsaydı bu kolaydı belki ama o ana değin bunu dahi yapmamıştı ki!

Ben tembel miyim?” diye sordu ve yanıtı hemen verdi. “Hayır, ben tembel değilim” Nasıl tembel olabilirdi ki doğanın ortasında tek başına. Doğanın muhteşem güzelliği, cömertliğinin yanında acımasızlığını da çok iyi öğrenmişti. Ancak bu tecrübe ona acı günlere mal olmuştu. Aç kalmıştı! Resmen uzun süre bu yaşama alışana kadar aç kalmıştı!

Doğa nimetlerini cömertçe sunmuyordu aslında, çünkü doğa tembel değildi ve tembelleri de sevmiyor, onları aç bırakarak sınıyor, eğitiyor ve tek başına yaşamaya alıştırıyordu. O da alışmıştı ama… Kendine yetmeye, kendi için yetiştirmeye, kendi için bir takım gereksinimlerini temin etmeye alışmıştı. Yaşayarak öğrenmişti.

Gölün kenarında, bir ahşap kulübede yaşayan ve kendine yeten bir adamdı artık. O gölün kenarındaki yalnız bir adamdı. Bu gece farklı bir duygu yükünde olduğunu kendine itiraf etti. Hatta bunu arada sırada, hatta çokça yaptığı gibi yüksek sesle kendine de söyledi.

Kendi kendine yüksek sesle konuşmaya da çok süre evvel başlamıştı. Buraya gelmeden evvel almış olduğu eğitim ve şehir yaşamı süresince edindiği donanımlar sayesinde aslında o bilgisi ve kültürü yüksek biriydi ve düşünen biriydi. Hoş zaten burada en cömertçe sarf edebildiği şey de düşünme değil miydi? Burada düşünme kavramını yüksek sesle ortaya koyduğunda bu düşünce kavramı halini almıyordu. Düşünme kavramının paylaşılabilir olması durumunda ancak düşünce kavramı halini aldığını çok iyi bilenlerdendi…

Peki, neden arada sırada yüksek sesle konuşmaya karar verdiğini sordu kendine… Soru ile yanıtı da aynı anda ortaya koydu. Tabi kendi kendine… Yüksek sesle bir takım düşünmeleri ortaya koymasının tek sebebi; ses tellerinin ve kulaklarının yetilerini kaybetmemesi içindi. “Yoksa benim psikolojik bir sorunum yok. Kendi kendine konuşan sorunlulardan değilim” dedi, tabi yine yüksek sesle ve yine kendi kendine…

Burada çok az kişiyle karşı karşıya gelmişti. Yolunu kaybeden birkaç gezgin… “Bu gölde balık var mıdır?”  Ya da “Bu civarda hiç av hayvanı gördünüz mü?” diye soran birkaç acemi avcı. Sadece üç kez çok uzakta olan bir kasabaya gitmişti. O da eksilen çok temel bazı ihtiyaçlarını satın almaya. Bunlar tabi ki gıda değildi. O kendi gıdasını kendi yetiştiriyor, tutuyor, besliyordu. Biraz kibrit, çok az hububat, gazyağı ki onu da çok az tüketirdi.  Çay ve kahve de alırdı ve kahvesini çok cimrice tüketirdi. Çünkü burada kahve yetiştirmesi mümkün değildi. Satın aldığı kahve çekirdeklerini basit şöminesinde bir bakır kap içinde kavurur ve el değirmeni ile çektiği kahvesini pişirerek, günbatımında yudumlamayı çok severdi. Bu ona sanki her akşamüstü yapmak zorunda olduğu bir ritüel gibi gelmekteydi. Tabi kasaba dönüşündeki günlerde kahveyi biraz bolca kullanırdı ama sonraki günlerde kavurma için atılan kahve tanelerini azaltırdı.

Çay o kadar sorun değildi ve çok az çay yapardı. Hemen kulübesinin yanındaki ıhlamur ağacı da vardı ki bu ağacın yapraklarını tüketmesi mümkün olmazdı. Hoş, o eski yaşamında çayı da pek içmezdi ya…

Arada sırada “Ben bu çayı niye alıyorum?” diye de sorardı kendine. Sonra gülümser ve “Ya bir misafir gelirse, ne ikram ederim?” diye düşünmeye başlardı. O an hiç misafiri olmadığını ve kimseye bir çay yapmadığını anımsadı. Balık ve av diye gelenler ve yolunu kaybeden gezginlere ne kadar ısrar ettiğini ama adamların çok az konuştuktan sonra oturmadan gittiklerini anımsadı. Yahu “Bir bardak suyunuz var mı?” diye de sormamışlardı ki. Burada yalnız, tek başına yaşadığını garipsediklerini de anımsadı.

O; kasabaya gittiğinde, bazı temel ilaçlar ve en önemlisi eskiyen usturasını yeniler ve traş sabunu da alırdı. Buraya gelirken yanında burası için azımsanmayacak miktarda para getirmişti. Şehirde yaşayan biri için çok da büyük bir miktar değildi belki. Ama burada çok uzun aralıklarla gittiği kasaba alışverişleri ile parasının bitmesi mümkün değildi. “Yaşamım boyunca bana yeter” diye düşündü.

Onun burada tek bir lüksü vardı. Gün aşırı olduğu sakal tıraşıydı. Bu onun kendisine olan saygısından kaynaklanan bir alışkanlıktı. Zaten her gün olmasını gerektirecek kadar sakalı uzamazdı onun. Fakat her zaman traşlı ve temiz olmalıydı. Elbiseleri daima tertemizdi. Uzunca bir süredir artık sabun kullanmıyordu. Bazı yapraklar ile karıştırdığı çamur ile elbiselerini yıkar, sonra gölün içinde durular ve asardı. Bu yöntemi sabunu tükenince kendi kendine bulmuştu. Doğa kendini yeniler ve temizlerdi. O da doğanın içinde ve doğanın bir parçasıydı artık…

Kendi odun kömürünü de kendi üretiyordu. Bunu hiçbir yerde okumadığını, burada kendi kendine bulduğu yöntemle kendi odun kömürü imal ettiğini düşündü. Evet, yanında bir miktar getirmişti. Buraya gelmeden evvel bir eskicide, kömürlü bir ütü bulmuş ve ne kadar sevinmişti. Gölde yıkanan giysilerini düzenli olarak bu ütü ile ütüler ve sonra giyerdi. İş yaparken giydiği tulumu bile ütülediğini düşündü. Sonra gölün kenarında kendi ile baş başa kaldığında, kahve içme ritüeline başladığında bu temiz ve ütülü giysiler içinde ve traşlı olmayı kendine olan saygısı için yaptığını düşündü.

Ne olursa olsun kişinin kendine olan saygısını yitirmemesi gerekli” dedi kendi kendine. Şehirden kaçmaya karar vermeden evvel de kendine bakardı. Evvela kendisine sonra da etrafındaki insanlara olan saygısı gereği, o hep düzgün giyimli, traşlı dolaşır ve etrafından saygı görürdü.
Acaba şimdi ne yapıyorlar?” dedi kendi kendine. Eski işi ve arkadaşları şu an onu düşünüyorlar mıydı? Nerede olduğunu, ne yaptığını, hatta sağ olup olmadığını düşünen var mıydı? Bu soruya bazen “Hiç sanmam” bazen de “Vardır bir anımsayan beni” der ama çok da üzerinde durmazdı.

Arkadaşları aslında onu çok severlerdi. Çok kişi vardı etrafında. Ve bunlar gerçek dostlarıydı. Buna inanıyordu.” Evet, beni hatırlıyorlardır” dedi bu kez. Hem o kimseye bir kötülük etmemişti ki. “Tek kötülüğüm kendime” diye düşündü.

Zor bir karar ermiş, uzunca bir süre planlamış,  gideceği yeri tespit etmiş, alt yapısını hazırlamış, iki ay süresince her hafta buraya gelmişti. Bir kulübe yapacak kadar kereste, temel ihtiyaçlar ve gereken aparat ile aletler. Tencere, tabak v.s.

Son gelişini anımsadı. Boşalttığı evinden kalan son eşyalarını, giysilerini ve diğer malzemelerini taşıdığı günü düşündü. Geri gidecek ve dostlarıyla helalleşecekti. “Ben buralardan gidiyorum” diyecekti.

İşte yapamadığı tek şey buydu. Hayatımın tembelliği de dediği olurdu bu son seferi yapamadığı için…

Ama soracaklardı, eşeleyeceklerdi, belki bir ipucu bırakabilirdi. Ardına düşerlerdi belki. Düşerler miydi?

Sanmıyorum” ya da “Tabi ki” bu sorunun yanıtı içinde yoktu onun. Son seferi yapamamıştı. Korkmuştu!

Geride bıraktığı, sorumlu olduğu tek bir akrabası yoktu. Bu konuda müsterihti. Peki, neden korkmuştu? Kendinden mi? Ya da yüzleşmek zorunda kalabileceği biri mi vardı? Var mıydı?

Evet, vardı ve o bunu yapamamıştı.

Kolayı mı seçmişti yoksa en zoru mu?

İşte bu akşam aslında aklına takılan buydu.

O korkmuştu!

Aldığı eğitim, bu yaşa kadar oluşan donanım, hepsi boştu. Yapamadığı ya da yaptığı, başka bir şekilde ifade etmek de gerekirse korktuğu ya da korkmadığı çok fazla göreceli ve bir o kadar da çelişki dolu bir sonuç ortaya çıkarmıştı…

İşte ütülü giysiler ve düzenli tıraş olmasının sebebi belki de ruhunun bir kısmının şehirde kalmasıydı. O hem burada, hem de oradaydı. “Kendime olan saygımdan dolayı” demek de gerçeği, “Sanki hala oradayım” demek de gerçeği yansıtıyordu.

İkilem mi? Elbette ikilem ve çelişki...

Aynen yaşam gibi…

Doğum ve ölüm gibi…

Ya da burada ve şehirde olmak gibi...

Bu düşünceler, bu akşam kafasını fazlaca karıştırdı. “Bu gece farklı bir gece olacak. Bu gece hemen uyuyabileceğimi sanmıyorum” diye düşündü.

Uzun bir gecenin karanlığına doğru adımını attı ve yatağına uzandı. “Bu gece düşüneceğim” dedi kendi kendine.

Hem sabah kalk borusu çalan mı vardı ki!

Uzun bir gecenin karanlığına doğru düşünmeye başladı.

O gölün kenarındaki yalnız bir adamdı…


Bojidar Çipof
02 Nisan 2010


(Devam Edecek)


HER ŞEY MUTLAKA BİTER



Maç biter, uzatmalar oynanır

Uzatmalar biter, penaltılar başlar

Ve ardından her maç sonunda biter

Aynı yaşam gibi; her şey mutlaka biter…

Boşalan sahada beklemek anlamsızdır!


Bojidar Çipof  4 Eylül 2014 

SONBAHAR BAŞLADI



Yazın sıcağında, gecenin neminde,

Islak bedenlerin birbirine sarılarak,

Tenlerin bir diğerini kavurduğu,

Yüreklerin misafirliğinde,

Yanındayken zamanın durduğu,

Bir aşkın olsun derler…

Oysaki zaman durmamış!

Biz, günlerini saymamışız Yaz’ın

Anlarını demleyerek içmişiz sadece

Her salisesinin kıymetli olduğu,

Dakikalarını damıtarak yudumlamışız

Eylül kapısını açarak “tamam” dediğinde,

Yaşam gibi “Yaz” ve “Aşk”  sonlanınca

Anladık ki demlenen anlar gibi

Bardağın sonunu israf etmişiz!

Gün; “1 Eylül” Sonbahar başladı…


Bojidar Çipof 
1 Eylül 2014 


GÖLÜN KENARINDAKİ ADAM (5) Bojidar Çipof


Gün yine çok güzeldi. Adam bu gece de çok güzel uyumuştu. Hayli zinde olduğunu gördü ve evin pencerelerini açtı. İçeriye dolan yeni günün sıcak havası ile birlikte civardaki ıhlamur ağaçlarının kokusu, bahçesindeki hanımelinin kokusuna karışarak odaya doldu. Zinde olduğu kadar dingin de olduğunu fark etti. Yaklaşık bir haftadır çok dingindi… Ve bunun farkındalığı onu çok mutlu ediyordu…

Yaşamın süreğenliğinin ne kadar güzel olduğunu da düşünerek,  gün ile başlayan rutin alışkanlıklarını yapmaya başladı. Yaşamın güzelliğinin, ancak kişinin kendisinin yaratabileceği standartlar ile kaliteli olduğunu ve bunu sağlayan temel nedenin ise kişinin prensiplerini bağlılıkla koruması ile sağlanabildiğini bilenlerdendi. O; kalbi ile usunun arasındaki dengeleri kurabilmiş ve usunun kalbine egemen olmasını sağlayabilmiş, bunu bir kibir olarak değil de kendini bilmek bağlamında anlamış bireylerdendi.

Sokağa çıktığında bir yandan yürürken öte yandan geçtiği birkaç günün muhasebesini yapmaya başladı. O; hep içsel değerlendirmesini yapar, yaşanmışlıkların yarattığı hasarları tespit eder ve durumunu değerlendirirdi. Ve tabi gereken tamiri de kendi yapardı.

Yaşama Sanatı’nı tüm detayları ile bir bütün olarak yaşar ve yaşamında hiçbir ayrıntının önemselliğini göz ardı etmezdi. İçselliğinde tüm detayları aynı değerde irdeler ve kararlarını bu şekilde alırdı. Yaşam bir detaylar zinciri değil mi ki? Ya da… Önemsiz bir detay olabilir mi? Ayrıntılara önemli ve önemsiz şeklinde tanımlamalar yapanların –tabi ki kendi düşüncelerine göre- yanılgı içinde olduklarını, bu kavramı çokça bireyin yanlış algıladığını düşünürdü. Zira yaşam onun için bir detaylar silsilesiydi… Bu çok zaman kendisini hoşgörüsüz olarak saymalarına neden olsa da sonuçta her birey gibi kendi kararları, prensipleri ve de ayrıntıları ile yaşamaya çalışırdı…

Bedenimizde çok parça var… Bu parçaların birini en önemsiz olarak nitelendirerek ile hadi keselim! Canımız yanmaz mı? Var mı bedende böyle bir parça ya da ruhta böyle bir alan… Bu bağlamda evvelâ yaşanan toplumdaki yasa yönetmelik örf adet ve daha birçok olgu ile yaratılmış prensiplerle yaşamanın mecburiyetini bir kenara koymak gerek… Ve bunlara kişinin kendi içsel ve de tabi bireysel prensiplerini de eklediğimizde ortaya çok sayıda başlık çıkmakta…

Detaylar ve çokça detaylar…

Bu tabi de gözümüzü korkutmamalı… Bazen önceden tespit edilmiş, bazen de yaşanarak, yaşadıkça ortaya çıkan olumsuzluklardan ve bunların acıtıcı etkileri ile bedende olmasa da ruhta kanayan noktalar mutlaka oluşuyor…

Ve kişi yaşanmışlıkların verdiği acı tatlı tecrübeler ile bir sonraki yaşam anında “ben bir daha…”  ya da “bir daha mı?” şeklinde ya da benzeri bir söylemle başlayan bir cümle ile bu kanlı ya da içsel kanamalardan duyulan acı ile de yoğurarak kendi prensiplerini tamamen özgür iradesi ile oluşturuyor…
Bedendeki her detayın ancak bir acı karşılığında koparılabileceği gerçeği kadar yaşamdaki prensiplerin yıkılması da kişiye bir acı ya da bedel ödetiyor… Bazen öyle bir içsel acıdır ki yaşanan bedende gerçekten kanayan bir yarayı “keşke ruhumda yara olmasa” diye tercih dahi etmek kabil olabilmekte…

O; yaşadıklarının, acı tecrübelerinin bedellerini ödedikçe bir yerlere kıssadan hisse misali prensip biriktirmişti. Aslında çok da birikmişti bunlardan… Çevresinde olanlar kimi zaman kendi yetilerini, edinimlerini ve donanımlarını bildiğinden ötürü bu “kendini bilmeyi” kibir ya da büyüklük psikozu ile nitelendirebiliyorlardı. Bunu da artık umursamamaya alışmıştı zira o içini bilmekteydi ve bir narsist olmadığından da en azından ya da “kendince” emindi…

Şimdi son günlerdeki yaşadığı “kaza” ile ilgili olarak içsel hasar tespiti yapmanın zamanı gelmişti. Bu tespiti birkaç gün evvel yapsaydı, emindi ki varılacak sonuç daha agresif olacaktı. Ya da çok daha fazla öfke katsayısı yüksek…

Yaşamdaki döngüsel ya da tabiatın devinimi gibi zaman tünelinden yine çıkagelene merhaba diyebilmişti Fazlaca bir duygu içermeyen ama eski bir tanıdığı yine görmüş gibi bir merhaba idi bu…

Döngüsel nedenselleştirme kavramı

Yaşanmışlıkların birlikteliklerin süregeldiği esnada oluşan karşılıklı duygudaşlığın, (empati) oluşacak ortak paydaların çokluğu ya da azlığındaki yeri yadsınamaz. Ve bu bağlamda; birlikteliğin süregelme esnasında geçen zaman için de kimsenin hayıflanmaması gerekir. İki kişi bir aradaysa, her iki taraf; o an ve süregeldiği zamana kadar bunu istemiştir. Bunun ötesinde ise bir bitiş varsa, buna olay demek doğru mudur? 

Düşünme jimnastiği (düşünce jimnastiği değil) ile zaman aktı gitti. 

Ötelemişti...

İçindeki sorgulamayı ötelemişti...

Peki, bazen tepkisel davranışları ötelemek ve bunları başka bir sunuşla ortaya koymak ve birliktelikleri sürdürmek daha iyi değil mi?

Bu soruya kendi içinde dahi yanıt vermemeye karar verdi ve yeni bir güne adımını attı…

(Devam Edecek)