28 Temmuz 2014 Pazartesi

GÖLÜN KENARINDAKİ ADAM (4) Bojidar Çipof



(Öncesi var)


Gün çok sıkıcıydı! Adam işinden kendini dışarı attığı an derin bir oh çekti. Duvarlar gün boyunca üstüne gelmiş ve içini daraltmıştı. Rutin bir işgünü olmasından başka bir farkı yoktu aslında. Ama o içinde kabaran sıkıntılarla da harmanlayarak işin rutin ve yeknesak süreğenliğine, içsel sıkıntılarını da katmış ve bu onu gün boyu germişti. “Olsun” dedi aracının olduğu yere doğru adımlarını atarken. Her biten gibi gün de bugün bitmişti işte.

Gün ne ki, yaşam bitiyor an geldiğinde diye düşündü. Ya da aşklar...

Adam tüm gün işini bir robot gibi yapmış, yılların verdiği tecrübeyle oluşan yetilerini kullanarak, bir yandan telefonda ya da bilgisayardaki işlerini sürdürürken, beyninin bir tarafı ile durumunu irdelemiş, sessizce içinden cümleler kurmuş ve başından geçenleri analiz etmeye çalışmıştı. Başlaması gibi bitmesi de doğaçlama olan yaşanmışlığı gün boyu irdelemişti. Oysaki bu yaşananlar; saman alevi tanımlaması ile nitelendirilemeyecek bir durumdu.

Ama bir orman yangını da olmadığı kesindi…

İz kalır mıydı bu yangının ardından? İşte yaşadıklarının durum ya da hasar tespitini henüz yapamadığı ya da yapamayacağını anlamıştı. Elbette ki bu zaman geldiğinde değerlendirmeyi yapabileceğini biliyordu ama zaman şimdi değildi, bunu daha sonra yapacaktı... 

Kişinin kendi yetilerini, edinimlerini ve donanımlarını ve de erdemlerini bilmesi çok güzeldir. Bunu kibir ya da büyüklük psikozu ile değerlendirmemek gerekir.

Kişinin kendini bilmesinden büyük bir meziyet hatta erdem olabilir mi?

Ne olduğunu ve neler yapabileceğini biliyorsan ve bunu usunun süzgecinden geçirerek özümseyebiliyorsan, tümden olmasa da insanlaşma mesleğinde bazı merdivenleri tırmandın demektir! Kendinde olmayanı, içinde olmayanı aramamanın doğruluğu kadar, kendini bilmenin ve ne kadar ve nerede olduğunu bilme gerçekliğinin kişiye çok pozitif katkısı olur…

Bu bağlamda düşünerek ve o geçirdiği ruhsal kazanın hasar tespitini mutlaka yapması gerektiğini de idrak ederek bundan kaçmadığını, bununla ilgili kendiyle yüzleşmekten de kaçmadığını ama sadece bunu daha sağlıklı yapabilmek adına ötelediğini biliyordu.

Bunu için de böyle düşünmüş olmasa da beyninin arka planda çalışan katmanının bu emri verdiğini ve sürecin böyle işlediğini de çok iyi biliyordu.

Peki, şimdi bu düşünceler neydi? Bir şeyler yaşanmıştı ve tabi ki ortada bir vaka vardı. Aslında bunu tümden akla getirmemek daha kötüydü ve bu daha sonra içinde ruhsal bir travmaya neden olabilirdi. 

Bir ara iş arkadaşlarından biri ona “Kafanda bir şey mi var?” diye sormuş ama o buna sadece kafasını iki yana sallayarak hayır yanıtını vermişti. İnsanlar, günlük ve özellikle iş yaşantılarında, bir yandan kafalarındaki o kadar çok tali sorunla boğuşuyorlar ve o kadar çok sorunlu insan var ki... 

Bu süreçte; döngüsel olarak sorunlarla boğuşmak çok zaman da kişinin usunu esir etmeye ve kendisi tarafından, kendi doğrularını ortaya koyarken yaptığı yanlış tespitlerle ortaya çıkmaktadır. Bu kez de döngüsel nedenselleştirme kavramı ile açıklanabilecek olan ama içinde salt gerçeği barındırmayan palyatif tespitler ortaya çıkmaktadır.

Fakat gün zaten yaşamı palyatif yaşayanların günü değil mi ki?

Bir kredi kartını, başka bir kredi kartı ile kapamak ne anlam içeriyorsa, bir soruna döngüsel nedenselleştirme ile ve sabit fikirle oluşmuş bir çare bulmayı ve bunu mutlaklaştırmayı aynı şekilde açıklamak mümkündür. 

Toplum okumuyor, dinlemiyor, dinlemeyi bilmiyor. Karşısındakine saygı duymayı hiç bilmiyor. İthal alışkanlıklar etrafı sardı...

Okumuyor’dan kasıt: İnç ile tanımlanan bir ekran karşısındaki bağımlılık...

Dinlemiyor’dan kasıt: arabeskin, lahmacun müziğinin kol gezdiği bir ortam...

Dinlemeyi bilmiyor’dan kasıt ise sadece “saygı” ile tanımlanabilecek bir durum. 

"Özenti, özenti, özenti"... Bu Napolyon’un “para, para, para” söylemi ile karşılaştırılabilecek bir durum... Zira özenti ile para doğru orantılı... Özenti çok para azsa: Ona da palyatif çözümle “A” kartından “B” kartına doğru bir refleks her sorunu çözebilmekte...  Aynen günümüzde yşanan anlık ilişkiler gibi…

İthal davranış biçimleri; 25 yaşında bir genç ile 55 yaşında bir olgunun neredeyse aynı şekilde davranmasına neden oluyor. Aslında neden demek de artık doğru değil nedensel irdelemelerde sorunsal bir mesnet bulunur. Ya da neden ile sorunu yer değiştirmek mi gerekir?

Zira 25’likle, 55’liğin, hatta 60’lığın aynı şekilde davranmasına neden olan sebep de aynı!

İthal davranış biçimlerine olan özenti ve bunlara olan müptelalık... 

Alışveriş Merkezi” toplumu olundu. AVM’ler sürekli açılıyorlar. Şu internetten gelen kısaltma alışkanlığına ya da jargonuna AVM’ler de kendi sıfatlarının tanımlamasıyla katıldılar. Tek tip insan yaratıldı/yaratılıyor. Yaş aralığı ne olursa olsun, aynı düşünen, aynı giyinen, aynı davranan, kabalığı özendiren, saygıyı törpüleyen, saygısızlığı ve kabalığı bir erdemmiş gibi gösteren hatta özendiren bir durum var! 

Her alışveriş merkezinde aynı kafe, aynı hamburger, aynı v.s, v.s...

Tek tipliliğe doğru atılan adımlar.

Zincir takma, erkeklerde kulaklarda “küpe”, kollarda “dövme”...

Bir araştırmaya göre, birçok negatif tespite ilave olarak dövme yaptırmanın “teşhircilik” olduğu ortaya konmuş. Erkeklerde,  şekiller arasında dirsekten bileğe kadar ne anlam olduğunu da bilmeden, “Runik Alfabe” ile yazılmış bir cümle ya da kadınlarda “görünen” bir tarafında bir dövme yaptırmak özenti sınırlarını aşmış durumda, neredeyse yaptırmayana kötü gözle bakılacak!

Sadece dövme yoluyla değil giyim kuşamla da “özenti” ile “teşhircilik” var. 

Aynı özenti evcil hayvanlarla da yapılıyor… Hayvanlar sevilmeli ve korunmalı, elden geldiğinde beslenme ve barınmaları sağlanmalıdır. Aynı dövme gibi evcil hayvanlar edinmekte de “özenti” ile “teşhircilik” var zira…

Çevresinde bulamadığı sevgiyi evcil hayvanlarda arayanlar da az değil… Ancak vahim olan; bu tipler edindiği bir evcil hayvandan sıkıldığında, arabayla uzak bir noktaya bırakıp kaçıyorlar!

Adam birdenbire nereden nereye düşünmeye başladığını fark etti ve şaşırdı. Yaşadığı bazı negatif olayları düşünürken neden toplumsal paradigmaları düşünmeye başladığını sorguladığı anda bir baktı ki aracına binmiş ve neredeyse evine varmış bile. 

Ama bu durum çok hoşuna gitti. Üzenindeki stres kalkmıştı... Hızlı bir şekilde bir şeyler atıştırdı ve uzun bir banyo yapmaya karar verdi. Çok uzun bir süre sıcak suda hareketsizce durdu, daha da gevşedi. Bu süre içinde yine o geçen olayı düşündü ve de bunu toplumsal davranışlarla karşılaştırmaya, bir sentez çıkarmaya çalıştı. Yaşananların bir edinimi tabi ki olmalıdır. Yaşanmışlıkların birlikteliklerin süregeldiği esnada oluşan karşılıklı duygudaşlığın, (empati) oluşacak ortak paydaların çokluğu ya da azlığındaki yeri yadsınamaz. Ve bu bağlamda; birlikteliğin süregelme esnasında geçen zaman için de kimsenin hayıflanmaması gerekir.

İki kişi bir aradaysa, her iki taraf; o an ve süregeldiği zamana kadar bunu istemiştir.

Bunun ötesinde ise bir bitiş varsa, buna olay demek doğru mudur?  Çünkü bunu da iki kişi istemiş en azından taraflardan biri istemiştir.

Bu tür yaşananlar olay değildir! Kaza ise hiç değildir!

Bu çok yanlış bir tanımlama oldu” dedi kendi kendine. “Yaşanmış ya da geçmiş şeklinde bir ifade buraya çok daha şık otururdu” diye de yüksek sesle konuştu. Ve o an şunu da düşündü: İnsanın içinde ne kadar yüksek sesler oluşuyor ve ne kadar içsel gürültüler ile boğulmak/boğuşmak söz konusu oluyor. 

İşte bu tam olarak içindeki kavganın sesleridir ve kişi eğer içindeki kavgayı yenmişse o zaman kendini bilmesi ve bunun farkındalığında olmasından daha güzel ne olabilir ki? Yaşamın güzelliğinin farkındalığında olmak ise gerçekten çok güzel bir yetidir. 

Düşünme jimnastiği (düşünce jimnastiği değil) ile zaman aktı gitti. Banyodan çıkmış, oturma odasında soğutulmuş bir kadeh beyaz şarabın arkadaşlığında bu düşünme jimnastiğini sürdürdüğünü anlık bir spot olarak gördü ama hızını kesmedi ve düşünmeye devam etti.

Ötelemişti... 

İçindeki sorgulamayı ötelemişti... 

Sorgulayacak ve bir analiz yapacaktı ve de yapmalıydı da ama daha sonra yapacaktı... 

Bu; onun için kendi değer yargıları ve değer yargılarına olan bağlılığı açısından fevkalade önemliydi. Uyumadan önceki süre içinde, günle ya da bir anlamda kendinle hesaplaşma anında, kendine verebilmesi gereken yanıtı bulma adına o analiz yapılacaktı ama şimdilik ötelenmişti.

Bazen tepkisel davranışları ötelemek ve bunları başka bir sunuşla ortaya koymak ve birliktelikleri sürdürmek daha iyi değil mi? 

Değil!

Kişiliği oluşmuş bireylerde, dolayısı ile de oluşmuş prensipler vardır. Kişide bazı algılar artık prensip olarak tanımlanabilecek bir düzeye gelmişse, kişi bundan ödün vermemelidir.

Ödün zaten adı içinde prensiplerin ortadan kalması ile açıklanabilir ki o zaman da kişiye kendi prensibi olarak ortaya koyduğu bu durum için “Demek ki bu durum senin prensibin” değilmiş şeklinde bir tenkit yapılabilir.

Herkesin kendi doğrusu olmalı ve buna saygı gösterilmeli, duygudaşlık ile varılamayan ortak payda olmadığında ise yollar ayrılmalıdır, ayrılmalıdır ki uyumadan önce yapılan gün hesaplaşmasında kendini kendin karşısında ezdirmeyesin.

Bu yorumlamaya bir anlam veremeyenlerin yüzdesi mutlaka çok olacaktır!

Bu çoklukta yer alanlar bir uzman, örneğin bir sosyolog tarafından irdelenirse; görülecektir ki bu çokluğun yaklaşık tümü “AVM” kültürüne ve ithal özentilere uslarını tutsak edenlerdir… 

Adam için uyuma zamanı geldi ve yatağına uzandı. Yaşamın gerçeklerini bazen mizahla, bazen de ironik yaklaşarak kabul etmek, yaşam denen ve gerçekten zor olan bu sanatı sürdürmeyi kolaylaştırmaktadır. Bu bağlamda aklına bir şey takıldı ve karanlık odada dudakları müstehzi bir şekilde gülümsedi. 

Kafasını meşgul eden ya da bu düşünme jimnastiğine neden olanın bazı durumlarda zorlanacağını, mesela bazı yiyecekleri görmesinin anımsamalara neden olacağını biliyordu.

Ve bir şeyi daha çok iyi bildiğinin farkına vardı! O kişi bundan sonra, eğer birliktelikleri olursa; bu birlikteliklerdeki birleşmelerinde de anımsayacaktı... 

Adam uyudu...

(Devam edecek)



25 Ocak 2011

İÇİMDE GÜZ, DIŞIMDA YAZ…

İçimde güz, dışımda yaz…

Kaç mevsimi aynı anda yaşıyorum

Bir yandan sessizliğime inat,

Vuruşları yüreğimde iz bırakırcasına,

Camlarımı yağmur taneleri tırmıklıyor

Öte yandan bakıyorum yıldızlar yok!

Ay gibi sinmişler bulutların arkasına…

Kalbimde kendime saklarken güz’ü,

Yaz’ı gösterme çabasındayım yüzümde

Ne kötü; yaz iken kış’ta kalmak ne kötü

Kaç mevsimi aynı anda yaşamak!

İçimde güz, dışımda yaz…


Bojidar Çipof
26 Temmuz 2014




21 Temmuz 2014 Pazartesi

GÖLÜN KENARINDAKİ ADAM (3) Bojidar Çipof


(Öncesi var)

Adam; evinin kapısını usulca açtı. Kapı kilidinin sesi ona adeta gök gürültüsü kadar yüksek geldi. Sanki kendi evine girdiğini, kendisinin de duymamasını istiyor gibiydi. Yol boyunca araba lastiklerinin, motorla özdeşleşerek kulağında hâlâ süregelen uğultusundan kaçmak mı istiyordu? Usulca içeriye girdi ve yine usulca kapıyı içeriden kilitledi.

Evindeydi o...

O kadar kilometre, o kadar hızla geçilen şehir ve nihayet sonunda evindeydi… Derin bir nefes aldı ama nefesini bırakırken dahi sessizce bırakmaya özen gösterdi. Yemek yese miydi? Buna çok da emin değildi ya! Karnı aç mı tok mu onu da zaten hissetmiyordu. Gözüne salondaki camekânda bulunan çifte kavrulmuş lokum kâsesi takıldı. Kristal kâsenin kapağını açarken de aynı özenle ses çıkarmamaya çalıştı. Bir tane daha, bir tane daha derken kâsenin sonu göründü. Bu akşamlık yeme güdüsünü ya da ihtiyacını şekerle bastırmıştı. Miskin miskin düşünerek banyo yapıp yapmamaya karar vermeye çalışıyordu. O şehirdeki otelde geçirdiği gece gibi... Kendine bir ivme vermeye kaslarını harekete geçirmeye gerekli beyin komutunu vermeye çalıştı. Ve yaptı da! Aniden fırlayarak banyoyu doldurmaya kalktı. O çok sevdiği banyo jellerinden suya döktü.

Küvete girdiğinde köpükleri;  yolda araba kullanırken solunda kalan denizin azgın dalgalarına benzetti ve gülümsedi. “Ne garip bir adamım ben yahu” diye içinden söylendi. Mis gibi kokuların yayıldığı küvette uzanmışken “evimi özlemişim” diye de düşündü. Yolculuğu ve gittiği şehri aklına getirmemeye çalışmasına karşın, son benzin aldığı istasyondaki satıcı aklına takıldı. Çünkü adam ona garip garip bakmıştı! Belki de yüz ifadesi adama tuhaf gelmiş olabilirdi.  Ya da derinlerindeki acıyı görmüştü adam… Kendi kendine gülümsedi ve “gerçekten tuhaf bir adamın ben” diye içinden yineledi.

Sıcak su ve güzel kokulu sabun köpükleri arasında, yine aklına düşünceler gelmeye başladı. Oysaki kendini artık germemeye karar vermişti… Düşünceleri kafasından uzaklaştırmak için kendine baskı yapıyor ve bunun sonucunda ise onda stres oluşuyordu. “Yarın soğuk ve kasvetli bir gün olmasın ne olur” diye içinden geçirdi.

Yarın;  kendi dünyasına adım atar atmaz aslında bu yolculuk ve o şehri unutacağını çok iyi biliyordu. “Ya gece eve döndüğümde?” İşte bu sorunun cevabı kendisine kalmıştı. İşleri oluruna bırakmayı ve bunda öte hiçbir şeye takılmamayı yolda kendine hedeflemişti. Zira yaşam; anlık ve saman alevi gibi parlayıp sönen o kadar çok olay, unsur, vaka ya da her neyse işte içinde barındıran, bazen mutluluk dolu, bazen kaotik anlarla dolu bir süreçti ve o da bir yaşam döngüsü ile hızla akan zaman nehrinde evinin küvetinde yıkanmakta olan bir adamdı.

Yolculuk boyunca o kadar rutin ve tepkisizdi ki. Hani şöyle kalbini çarptıracak bir an da olsaydı ne güzel olurdu. “Olmadı işte” dedi “ya da olmasını istemedim.” Birden ev telefonu acı acı çalmaya başladı. Bu saatte kim olabilirdi ki? Açmadı! Telefonun sesi çaldıkça ona yol boyunca gördüğü martıların acı çığlıkları gibi ürpertici geldi. Ona şu anda gereken sessizlikti ve “keşke telefonun fişini çekseydim” diye düşündü. Çok şükür ki bir daha telefon çalmadı.

Uykusu yine yoktu ve bir bardak kırmızı şarap alarak çalışma masasına oturdu. Masadaki sümeni amaçsızca açtı kapadı. Sabit gözlerle masaya baktı, zaten yapacak bir iş de yoktu ki. Ya yarın? Onu da şimdi düşünmek zorunda değildi. İş hayatına girmeye görün. O hızlı tempoda, bazen ne güzel anlar yaşanır, bazen ise çokça dayak yemiş bir boksörün, uyuşmuş yüzü gibi hissiz ve duygusuzca, iş yaşamının attığı kroşelerden korunmak zorunda kalır kişi ve zaman akar. Hatırlanmaması gerekenler de hatırlanmaz ya da hatırlanma ötelenir.

Büyük bir yudum şarabı ağzının içinde gezdirdi. Fazlaca genzinde tuttuğu buruk şarap; ağız içi mukozasını hafifçe uyuşturdu. Daha büyük bir yudum aldı ve bu kez aynı işlemi kadeh bitesiye tekrar etti. Yarın işyerinde, nereye gittiğini kimseye söylemeyecekti o...

Sanki içinde bir utanç dalgası kabardı. Neden peki, utanacak ne yapmıştı ki? Öylesine bir seyahat... Sadece bir seyahatti onun yaptığı...

Aslında işyerinde ve çevresinde, nereye kaybolduğunu soracak meraklılar da vardı. Onlarla dalga geçmeyi ve “ben şu şehre gittim, bir gece yattım ve geri geldim” demeyi düşündü. Nasılsa inanmazlar ve başka sorularla irdelerlerdi nerede olduğunu.

Evet, bu iyi bir fikirdi. Bazen sır vermemek için doğruyu söylemek çok daha faydalı olur. Zira nasılsa inanmazlar ve dalga geçtiğini sanırlar. Güzel fikirdi bu... Ben “falanca şehre gittim ve geldim.

Bezgin bir duygu ta alttan yukarıya doğru sanki içinde yükseldi. Yeni bir hafta ve bir sürü sorun ve de soru onu bekliyordu. Aynaya baktı ve gözlerinde kararlılık gördü. Ne kadar yüzüne baktı o aynada farkında değildi. Susarak geçirilen anlar... Kendini dinlediğin anlar...

Kendini tanıdığı anlar aktı gitti... Evet, o kendini çok iyi tanıyordu. Kendini tanımak ve bilmek güzel bir duygudur ya da yetidir ve kibirle de alâkası yoktur. Kendini tanımak gerçekten çok önemlidir…

O; kendi yeterliliğinden son derece emindi. O; kendini hiç hayal kırıklığına uğratmamış ve kendi başını hiç yere eğdirmemişti. O; oydu ve aynada olan da oydu. Zaten aynada salt kendini görürsün ve sende olmayan, içinde olmayan bir erdemi, yetiyi ya da özelliği orada göremezsin. Aynada olan sadece sensin... Kendin...

Zayıf olmak ne kadar kötüdür. Donuk bir gözle aynaya bakarak “ben zayıf değilim” dedi. Değildi de... Her beşeri insan gibi, içinden gelen duyguya gem vurmak istememiş ve yola koyulmuştu. Amaç gitmekti ve o da gitmişti. Başka amaç da vardı ama son anda vazgeçmişti.

Neden peki? Herhalde önündeki günlerde bunun iç hesaplaşmasını, kendiyle yapacak ve sonunda doğru davrandığının sentezine varacaktı.

Bu gece uyuyacağım” dedi. Evet, bu gece hakikaten uyuyacaktı! Çünkü aynada çok dingin de olduğunu fark etti. Ne kadar çok çelişkiyi bir arada yaşıyordu... Aynen yaşam gibi...

Tamam!

Çelişki yok!

O dingindi, mutluydu, zira kendi iç hesaplaşmasını yapmıştı ve artık emindi. Yatağına, bu kez kendi yatağına uzandı. Tavan ona eskisinden ya da olduğundan daha yüksek geldi.

Uykuya; bir daha o şehre ne sebep olursa olsun kesinlikle gitmeyeceğini düşünerek daldı.

Adam uyudu...


(Devam edecek)

GÖLÜN KENARINDAKİ ADAM (2) Bojidar Çipof


(Öncesi var)

Arabanın çalışması, ona sabahın sessizliğinde bir an için yırtıcı bir kuş çığlığı gibi geldi. Robot gibi elini vites koluna attı ve arabayı harekete geçirdi. Tekerleklerin yola sürten sesleri kapalı camın arkasından kulağına gelmeye başladı.

Yoldaydı o... 

Amaçsız gidilen bir şehirden geriye doğru sayım başlamıştı. Kilometreyi yine sıfırlamış, sanki yaptığı o kadar yüz kilometre yolu yapmamışçasına bir duyguyu içinde yaşatmak güdüsü ile ve sabit gözlerle yola, asfalta bakıyordu. Gözler sabit ve hareketler robotçaydı. Kanıksanmış el ve ayak hareketleri, arabayla sanki özdeşleşmiş ve hatta elleri ve ayakları sanki arabanın organları olmuştu.

Dönüyordu o...

Boşa mı gittim bu kadar yüz kilometreyi” diye düşündü. Elbette değildi! O; kendisine karşı olan sorumlulukları dolayısı ile o şehre gitmiş ve şimdi geriye dönüyordu. Uyumamış, öylece bir şehir otelindeki yatakta uzanmış ve kendisiyle hesaplaşmıştı. “Evet, doğru olanı yaptım” dedi. Tabi içinden ve sanki kendisinin bile duymasını istemediği bir şekilde bunları söyledi. Zordu çünkü! Kendisiyle konuşmak zordu bu sabah vaktinde. Tamam, bedenine pozitif olarak yansıyan uykusuzluk iyi gelmişti. Hani bazen hiç uyuyamazsınız ve ona rağmen o gün inanılmaz zinde bir bedeniniz olur ya…

Midesinde bir yanma hissetti... Açlıktı bu! O şehir otelindeki uykulu gözlerle ona yola çıkmadan kahvaltı etmesini tavsiye eden ama dinlemediği resepsiyondaki çocuğu andı ve gülümsedi. “İyi bir insandı o” dedi kendi kendine. Sonra bir bakışla birine iyi bir insan demenin doğru olup olmadığını düşündü ama o çok gördükleriniz ve “ne de iyi” dedikleriniz hep iyi mi çıkıyorlar ki? Olsun ona da iyi biri demenin yanlış olmadığını düşündü. Yemesi ya da yememesinin o elemana ne faydası vardı ki? Israr da etmişti hatta...

Yüzümdeki gölgedendir, sanırım bana acıdı” dedi.

Bu iyi bir fikir gelmedi ona. O; acınmak istemiyordu. “Evime döndüğümde bunu yüzümde görmemeliler” diye düşündü ve ekledi yine içinden “ya anlarlarsa?

Onu bir otel odasında dün gece öylesine yatıran sebep her neyse bunu kimsenin anlamaması gerekiyordu.

Peki kimlerdi bunlar?

Kime karşı bir şey belli etmemesi gerekiyordu? Kendine biteviye sorular tevcih etmeye başladığını birden fark etti. Bir şehre gitmiş, hem de yüzlerce kilometre yol yapmış, birden verdiği ani bir kararla, bir otelde uzanmış, uyumamış, düşünmüş ve geriye doğru yola çıkmıştı.

Dönüyordu o...

Bir kaçış ve bitiş durumunda mıyım?” diye düşünmeye başladı. Yine sorular, yine kendisine yaptığı eleştiriler... Birden kilometre saatine gözü takıldı. “Aman Allahım, ne kadar da yol kat ettim ben.” 

Evet, dönüş yolları hep kısalmaz mı ki? Bazen kaçmaktan, bazen de dönülene bir an evvel ulaşmaktan, dönüş yolları hep kısadır.

Bir yerde durdu ve ekmek arası bir şeyler alarak yine beklemeden yola koyuldu. Belki dönüşe varmaya bir an evvel olan arzunun ivmesiydi bu! Yaklaştıkça içinden bir hoşluk ve rahatlama yükselmeye başlamıştı çünkü…

Ya da bir huzur...

Bazen gerçekten gerekenin yapıldığı durumlarda insanın içinde beliren o huşu, hülasa olarak rahatlama... İçsel dinginlik...

Güldü! “Bir de dışsalı mı var ki dinginliğin?” Yok, tabi ki dingin olma hali tek bir kavramdır diye düşündü.

Oynayanlar var ama bireylerin arasında!

Olduğundan farklı görünen, içi kan ağlasa da belli etmemeye çalışan ne kadar çok kişi var... İşte bu son söylemde ikilem vardı ve “bunu neden böyle telaffuz ettim ki?” dedi.

Hayır, bu ikilem ya da o ikilem; orada aynen kalmalı, aynen yaşamda yaşanan ikilemler gibi olmalıydı ya da içinden yok olmalıydı...

Zaten bu yolda da o ikilemden ötürü hareket halindeydi. İkilem ya da üçlem, dörtlem orada aynen kalsınlar.

Yahu ne diyordu be? “üçlem ve dörtlem lügatta var mı ki?

Olsun, yaşam süresince hep ikilemde yaşadım bu kadar sene bundan sonra çoğul olsun.”

Çoğulculuk ha? Bundan sonra öyle olsun çoğul teklikten iyidir” dedi ve öylesine o çok sevdiği şarkıyı terennüm etmeye başladı...

Ve kendi şehir hududuna girdi.

O; oraya gitmiş miydi ki?


6 Ocak 2010

(Devam edecek)

20 Temmuz 2014 Pazar

TELAFİ



Yazar;  “telafi” denen bir kavrama pozitif bakmamakta ve adı “telafi” olan bir olgunun; kaybedilen bir edinimin yerini kesinlikle doldurmadığına inanmaktadır.

Telafi”; salt insanlara mahsus olan bir kavram elbette değildir. Doğa da kimi zaman bize bahşettiklerini yitirmemize sebep olur. Bu tür kayıpların yerine gelen edinimlerle, oluşumlara da “telafi” denmemelidir.

Doğa vericidir, onarıcıdır ve sevecendir. Tabiat; var olan kayıpları nevine göre belli bir süreçte onarır yerine yenilerini koyar. Bu yerine konmanın gerçek tanımı bizce “devinim” olmalıdır. Bu açılımın yapılma nedeni: Yazarın da katıldığı şekilde bir kaybın yerine gelen bir olgunun adına “telafi” denmemesidir.

Doğanın var ettiği biyolojik yetilerle donanmış insan bedeni de kendi kendini tamir etme yetisine sahiptir. Buna da “telafi” demek ne kadar doğru olabilir? Bir kesiğin, yaranın cerrahi/tıbbi müdahale olmadan da bir süre içinde kendini onarması insan bedeninin yapısında olan bir yetidir. Halk dili ile “yaranın iyileşmesi/geçmesi” şeklinde ifade edilmekte olan bu yetiye “elimin yarası telafi oldu” dendiğini duydunuz mu?

Aslında yukarıda yazılanlar böyle iki üç tümce ile ortaya konulabilecek ve gerçeksel bir tespiti yapılabilecek hususlar değildir. Bu yazımızın ana konusu “insan” ve onun maddi ve manevi anlamda kaybettiklerine yapılan “telafi” tanımlaması ya da kavramı üzerinedir.

İnsanlar; yaşam sürecinde hatalarının, yanılgılarının bedelini çok acı öderler. Yaşam; bilerek isteyerek ya da bilmeden, istenmeden yapılan “hata”ların ve “kayıp”ların telafisi ile süregelir. Bu çok zaman bir kısır döngü şeklinde zuhur eder. Yazımızın içeriğinde çokça kavramla bir kargaşa yaratmamak için; bir kaybı yerine getirme adına yapılan işlemleri/eylemleri tek bir kelime ile tanımlayalım mı?

Hata.”

Hatalar, o kadar çok geniş bir çeşitlilik arz ederler ki bazen şaşakalınır. Maddi anlamda ele alındığında; işimizdeki yanlış bir hamle, borsada atılan yanlış bir adım, bir ürünle ilgili olarak üretim ya da alım satım aşamasında yapılan bir yanlışlık sonucunda tepetaklak gitmek pekâlâ mümkündür. Bu tümceyi geriye doğru bir kez daha okursak ve orada farklı hususlarla yapılan tanımlar sadece birer “hata”dır. “Her hatanın bir telafisi vardır” şeklindeki dillere pelesenktir olmuş bu söylemi çok iyi biliriz…

Ne yapılırsa yapılsın ortada bir “kayıp” söz konusuyken ve bu kez atılan doğru bir adımla ortaya çıkan kazanç; hata sahibine bir getiri sağlamak, tekrar maddi bir refah getirmekle birlikte o “hata” sonucunda “yiten”in tam karşılığı olamaz. Zira o “hata” ile “yiten” ya da “kaybedilen” bir değer için harcanan emek/zaman yine eylemsel olarak ortaya karlılık getirseydi, bu başka bir “kazanç” olmayacak mıydı?

Pekâlâ, bunun yani yeni zaman/emek eyleminin “kâr” getirmeyen kaybının “telafisi” nedir? Bu eylemden hak edilen getiri; neden bir önceki işlemin kârlılığına sayıldı? Burada aslında daha birçok soru şeklinde negatif görüş ortaya konulabilir ama bu kadar sanırız ki yeter!

Bu noktada şunu tekrar vurgulamak gerekir: Yazar; hiçbir zaman “telafi” kavramının gerçekten “yiten” bir getiriyi geri getirdiği inancında değildir. “Kayıp”; kaybedilmeseydi elde edilecek menfaat zaten sahibinindi. Ve aynı bağlamda; kaybı geri getirmek için sarf edilen emek/zaman yine kâr sağlama adına yapılsaydı; telafi edilmek istenen “yitiğin” üstüne katlanacak ve ortada iki katı bir getiri olacaktı. “Zararın telafisi” tanımıyla ortaya konulan emek ve sarf edilen zamanla sağlanan “nema” zaten emek/zamanla adı “kâr” olacak bir başka getiri şeklinde olacaktı. Buna; bir yitiğin telafisi tanımı yapmak şu şekilde pozitifsel bir bakış olabilir mi? “Çok çalıştım ve gerçekten kaybımı telafi ettim.” Sizce bu doğru bir tespit mi? Bu şekilde; büyük bir çaba sonucunda, sarf ettiğin emek/zamanla bir geçmiş hatanı “telafi” ettin. Çok güzel! Ama bunu (zararı karşılama) sağlama adına giden emek/zamanını nasıl “telafi” edeceksin?”

Buna biraz daha devam edersek anlıyoruz ki sadece “tekerleme” yapmış olacağız.  Zira aynı söylemi yaklaşık aynı cümlelerle tekrar ediyoruz…

Kayıp; kayıptır!

Giden; gitmiştir!

32 sene sanayicilikten sonra kendini bu işten emekli eden ve realist bakış açısına sahip yazar, yaşanmışlıklarının da katkısıyla ve yine tekrar gibi olmakla birlikte şu görüşünde ısrar etmektedir: “Telafi” denen bir kavram yoktur ve olamaz!

Hele zamanın telafisi kesinlikle mümkün değildir!

Yazarın bu bakış açısından yola çıkarak ve yukarıda salt maddi “kayıp”lar ve bunların “telafi”si şeklinde ortaya konmuş olan ve yine yazara göre adı sadece “hata” olan eylemlerin üzerinde dönüp durduğumuz cümle ve tümceleri; bu kez manevi açıdan biraz düşünün!

Ya da manevi tanımlamasını da bir kenara bırakın ve şu soruları kendinize sorun:

Mutlaka var olan ya da bir zaman diliminde olmuş olan, adına ne derseniz deyin, gönül işleriniz, sevgi pınarınız, aşk yaşamınız (ve diğerleri) sizden ya da karşı taraftan oluşan bir hata sonucunda yitmişse bunun telafisi var mıdır?

Bu tamamen kişiye bağlıdır ve bir şekilde bunu “telafi” etmeye niyetiniz varsa ya da “telafi” ettiyseniz, Amerikan mahkemelerinde olduğu gibi şu cümleyi anımsayalım:

Jüri bunu dikkate almasın”… Çünkü buradakiler yazarın (bence) görüşleridir.

“Sizce” düşünmek hakkınızdır ve bu bağlamda; “Telafi” ettiğiniz bir husus varsa ve bu her neyse ve bundan eğer mutluysanız,  yazarın tavsiyesi;  bu yazıyı “yok sayınız”...

Size “mutlu bir yaşam dileğiyle”...


Bojidar Çipof

11 Aralık 2010