30 Aralık 2012 Pazar

ŞİİR: KARE BULMACA (BOJİDAR ÇİPOF)




Kare bulmaca gibisin soldan sağa yukarıdan aşağıya

Çözmeye çalışıyorum ama nafile hep bir kelime eksik

Ya bulmacayı yazan unutmuş soruyu tarif ederken

Ya da kendini eksik tanımlatmış aldatmışsın yazanı


Kare bulmaca gibisin soldan sağa yukarıdan aşağıya

Bitirdiğinde nasıl ki tamamlamanın bir hazzı oluyorsa

Ben hazzımı almıştım senden, seni çözmeye çalışırken

Eksikler gizlerin olsun arta kalanları çözmesem de olur 


Bojidar Çipof   
4 Haziran 2011 

23 Aralık 2012 Pazar

BOJİDAR ÇİPOF 22 ARALIK 2012'DE MELTEM TV'DE BÖLÜM 3




BOLÜM 3: Muharrem Bayraktar'ın hazırlayıp sunduğu "DİYALOG" programında, Balkan Savaşları'nın 100. Yılında, Balkanlar tartışıldı. Bojidar Çipof ile Özcan Pehlivanoğlu'nun katıldığı programda, Yunanistan'da ve Bulgaristan'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumların durumu da masaya yatırıldı.

BOJİDAR ÇİPOF 22 ARALIK 2012'DE MELTEM TV'DE BÖLÜM 2

  

BOLÜM 2: Muharrem Bayraktar'ın hazırlayıp sunduğu "DİYALOG" programında, Balkan Savaşları'nın 100. Yılında, Balkanlar tartışıldı. Bojidar Çipof ile Özcan Pehlivanoğlu'nun katıldığı programda, Yunanistan'da ve Bulgaristan'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumların durumu da masaya yatırıldı.

BOJİDAR ÇİPOF 22 ARALIK 2012'DE MELTEM TV'DE BÖLÜM 1




BOLÜM 1: Muharrem Bayraktar'ın hazırlayıp sunduğu "DİYALOG" programında, Balkan Savaşları'nın 100. Yılında, Balkanlar tartışıldı. Bojidar Çipof ile Özcan Pehlivanoğlu'nun katıldığı programda, Yunanistan'da ve Bulgaristan'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumların durumu da masaya yatırıldı.

21 Aralık 2012 Cuma

ŞİİR: FARKINA VARDIM Kİ YAZ BİTMİŞ (BOJİDAR ÇİPOF)




Farkına vardım ki yaz bitmiş…

Güz de çoktan terk etmiş buraları

Kış gelmiş ama ben anlayamamışım

Kasvetle yoğun karanlık günle uyanınca,

Soğukla karışık yağmura yakalanınca,

Boş elimi havaya uzatınca fark ettim…

Tabi kötü bir şey değildi bu yaptığım

Ben sadece yazı dondurmuşum içimde

Onu özenle saklamışım süpürenlerden

Öylesine ısınmışım ki üşüyünce anladım

Üzerimdeki ılımanlığın nedeni senmişsin

Ve farkına vardım ki yaz gerçekten bitmiş…



Bojidar Çipof

4 Kasım 2011 

20 Aralık 2012 Perşembe

YUNANLILIĞIN DOĞUŞUNU HAZIRLAYAN ETKENLER ve GÜNÜMÜZDEKİ YANSIMALARI

11 Mayıs 330'da Bizans İmparatoru Konstantinos, Doğu Roma’nın yeni başşehrini resmen açtı ve zenginliğini arttır­mak hususunda elinden gelen hiç bir şeyi esirgemedi, özel­likle kilise inşaatına da büyük önem verdi. Bu suretle, Konstantinopolis’te başlangıcından itibaren Hıristiyanlık havasına girildi ve ahalinin bü­yük bir kısmı dil bakımından Grekleşti. Zaman içinde Bizans İmparatorluğu adını alan bu devlet, Büyük Roma'nın bitişinden itibaren Fatih Sultan Mehmed'in, İstanbul’u alarak bu imparatorluğa son vermesine kadar, bin seneden daha fazla bir süre ayakta kalmıştır.
 
Roma adı daima Bizanslıları büyülemiş ve Roma devlet geleneği Bizanslıların siyasi düşünce ve iradelerine sonuna kadar hâkim olmuştur. Roma İmparatorluğu'nun mirasçısı olarak hare­ket eden Bizans; bütün Dünya üzerindeki yegâne imparatorluk olmak istemiş ve Hıristiyan olan bütün ülkelerin üzerinde egemen­lik iddiasında bulunmuştu. Ancak Bizans, eski Roma'nın mi­rasçısı olmak düşüncesinde olmasına rağmen, zamanın akışı içinde Romalı temellerinden gittikçe uzaklaştı, kültür ve dil bakımından Grekleşti ve Bizans hayatı kiliseleşti.
Bizans’ta devlet ile kilisenin ittifakı her iki tarafa da bü­yük kazanç ve güç sağlamıştır. Bizans Devleti, Hıristiyanlığı, kuvvetli bir ruhi, birleştirici kudret ve imparatorluk için güçlü manevi bir destek olarak değerlendirmiş, kilise ise bu ilişkiden sonsuz maddi çıkarlar elde etmiştir. Mevcut nizamlara karşı olan her türlü hareket için “din karşıtı” denmiştir. Din kullanılarak kitleler üzerinde baskı ve tahakküm sağlanırken zaman zaman da devlet ile kilise çatışmıştır. Bu çatışmalar sonucunda; azledilen, asılan, adalar zindanlarında öldürülen ya da gözlerine mil çekilen patriklerin sayısı azımsanamaz.

Bizans imparatorları, “Sezaropapist” bir yaklaşımla kilise üzerinde mutlak bir denetim kurarak kiliseyi siyasi amaçları doğrultusunda kullanmaktaydılar ve patrikler üzerinde çok fazla denetime sahiplerdi. Birçok tarih ve din kitabında; imparatorla ters düştüğü için İstanbul Adaları’ndaki zindanlarda işkence yapılan, gözleri kör edilen, unvanı zorla elinden alınan patrikler hakkında bilgi bulunur. Bizans tarihsel sürecinde, patrikler hep emir kuludur.
İstanbul’un 1453’te Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi ile başlayan “Yeni Çağ” 1789 Fransız İhtilâli ile son bularak “Yakın Çağ” başlamıştır. Gerek Yeni Çağ’ın ve gerekse Yakın Çağ’ın üzerinde bulunduğumuz bu topraklar ile çok yakın ilişkisi bulunmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u alması esnasında Rum Patrikliği makamı boştu. Zira Fetihten önce Bizans İmparatoru Papalık ile askeri yardım karşılığında bir anlaşma yaparak Patrikliği bir anlamda fesh etmişti ve bu edenle de Ayasofya’da yapılan son Paskalya Ayini’ni bir Katolik kardinal yönetmişti. Fatih, şehri ele geçirdiğinde bu olayı öğrendi ve Patriklik makamına sevilen bir din adamı olan Georgios Sholarios’u patrik olarak atadı. 2. Yennadios dini ünvanı ile bu makama geçen Sholarios aynı zamanda Fatih tarafından “Rum Millet Başı” ünvanını da aldı. Rumların dışında kalan Ortodoksları da kapsayan bu “Millet Başı” ünvanı zaman içinde Osmanlı’nın başına dert hatta çöküşü hızlandıran unsur da olacaktı…
1789 Fransız İhtilali'nden sonra, özellikle Avrupa'da mil­liyetçilik akımları artmış ve bu dönemde, eski Yunan medeniye­tini Avrupa medeniyetinin beşiği sayan Yunan hayranlığı yayıl­mıştır. Bu dönemde; kültürel isimler altında kurulmuş Yunan derneklerinin yanı sıra, yasadışı Yunan örgütleri de bu Yunan sempatizanlarından maddi, manevi destek görmüşlerdir. Aynı dönemde; Voltaire gibi, Avrupa'nın önde gelen birçok aydını da Yunan sempatizanı olup, ortaya çıkan “Yunancılık” akımına yardım etmekteydiler. Yazdığı lirik şiirler, daima Helenlere methiyelerle dolu olan, Lord Byron ise Yunan isyanının ve “Megali İdea”nın mimarı, ozan/militan Rigas Ferreos'tan (Rhigas Fheraios) çok etkilenmiştir.
Çeşitli ırk ve dinlerdeki toplulukları bünyesinde barındıran Osmanlı İmparatorluğu topraklarında gözü olan devletler, bu etnik topluluklar üzerinde kışkırtıcı rol oynamaktaydılar. Osmanlı devlet geleneğine göre, ibadetlerini kendi dil ve dinlerine özgür­ce yapabilen bu topluluklar, zamanla patlamaya hazır bir bomba haline dönüştürülerek Avrupa devletlerinin ve Çarlık Rusya’sının maşası olmuşlardır.
17. Yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu çökmeye başlayınca, özerklik ve bağımsızlık emellerine kapılan kimi Hıristiyan azınlıklar, büyük devletlerle, özellikle Orto­doks Rusya ile birlikte düzen çevirmeye başladılar. Rusya, Osmanlı Devleti'ne karşı beslediği askeri ihtiraslarında, azınlıkları değer­li bağlaşıklar ya da aletler olarak görüyor, Hıristiyanların dini duygularını ve ulusal emellerini kışkırtarak, Osmanlı gücünü içeriden yıkmaya çalışıyordu.
Birçok batılı için “Constantinople” adının hâlâ Bizans'ı çağrıştırdığı ve askeri yoldan olmasa bile Osmanlı İmparatorluğu'nu köşeye sıkıştırma düşüncesinin kendini hissettirdiği bu dönemde Rumlar, Türklerden çok Batılılar ile ilişki içindeydiler. Hıristiyanlar arasındaki mezhep farklılıklarına rağmen, kar­ma evlilikler yolu ile organik bağların tesis edilmesi ile ve aynı dine bağlı olmanın sonucu olarak aynı ideali paylaşma duygusu da o dönemde hayli artmıştır.
Bu arada, elçiliklerde çalışan Rum memurların da etkisini unutmamak gerekiyor. Zira bunlar sayesinde, Rum-Batılı yakınlaşması daha da kolaylaşmıştır. Batılıların Rum tezlerini henüz tam olarak kabul etmiş olmamasına rağmen, Osmanlı İmpara­torluğu içindeki Hıristiyanların korunması ile ilgilenen Fransız­lar, Türklerin o zamanlardaki politikasına karşı taraf olmuşlar­dır. Osmanlı Hıristiyan toplumlarının, ruhani ve sivil kimi önderleri de Rum Patrikhanesi’ne Osmanlı Devleti içinde verilen ve devlet içinde devlet olma (imperium in imperio) niteliklerine sahip, ge­niş ölçüdeki hak ve ayrıcalıklardan yararlanarak yabancı devlet­lerle ilişkiler kurmakta ve bağımsızlık hayallerini gerçekleştirmeye çalışmaktaydılar.
Asırlarca Katolikler tarafından ezilen Rum Ortodokslar, Osmanlı idaresi altında aslında huzur bulmuşlardı ama Rum patrikler bu huzurun yanında kilisenin tarihinde olmadığı kadar da yetkiliydiler. Zira Bizans döneminde kilisenin ruhani işler dışında hiç bir yetkisi olmadığı gibi, patrik­ler de Bizans imparatorlarının entrikalarına maşaydılar. Osmanlı idaresine geçildikten sonra Patrik; padişahlıktaki Hıristiyanların devlet başkanı, patrikhanenin kutsal meclisi de (Sen Sinod)Millet Meclisi” gibi çok geniş yetkilerle donatıldı. Osmanlı topraklarının genişlemesiyle birlikte, kilisenin bu yetki alanı da büyüdü ve “Devlet İçinde Devlet” oldu.
Rum Kilisesi, bu yetkilere sahip olunca, Osmanlı idaresi altındaki Hıristiyan tebaayı, özellikle Rum olmayan Bulgar gibi Slav kökenli Ortodoksları ezmeye başladı. Rumlar, her bakım­dan imtiyazlı olarak ticari faaliyetlerin de önemli bir bölümünü ellerinde tutmakta ve saray içinde en önemli görevlerde çalışmaktaydılar. Buna rağmen bir yandan Osmanlı Devleti'nin sonunu hazırlamak ve isyan için hazırlanmaktan geri kalmadı­lar. Osmanlı Devleti'nin, başta Rusya olmak üzere düşmanları ile işbirliği yaptılar ve sonunda Megali İdea'yı gerçekleştirmek için isyan ettiler.
Mitolojik masallarla kandırılan Rum Ortodokslar, arkalarında Yunan hayranlığından kaynaklanan ya da siyasi ve ticari çıkarlar için destek veren bir kitle ile ortaya “Yunanlı” olarak çık­tılar. Dışardan desteklenen bu akım evvelâ Anadolu'da yaşa­yan Hıristiyan tebaa üzerinde “Yunanlılaştırma” faaliyetleri ola­rak başladı. Yunanlılıkla ilgisi bulunmayan Anadolu'nun Türk Hıristiyanlarına sistematik bir çalışma ile Yunanlılığı be­nimsemeleri için propagandalar yapılmaya başladı. Yunan propagandasının örgütlenmesinde en önemli rolü şüphesiz Fener Rum Patrikhanesi oyna­mıştır. Rum okullarındaki öğretmenler ve papazlar yardımıyla, Ana­dolu'nun Ortodoks Mezhebi’nde olan Hıristiyan halkına “Hele­nizm” ruhu aşılandı. Bugün Yunancılığın temek doktrini olan “Megali İdea” nın (Büyük İdeal- Büyük Ülkü) temel noktası Türk düşmanlığı üzerinedir ve ideanın şahikası bir gün İstanbul’un Kostantinopolis adıyla yine Yunanistan’ın başşehri olmasıdır.
Sonradan İslamiyet’i seçmiş ama dışlanmış bir Yunanlı olan, Prof. Cosmas Megolamatis'in bu konudaki düşünceleri şöyledir:
Yunanistan'ın Türk karşıtı tavrını anlamak için, Yunanlılara ilk ve orta eğitimde hangi değerlerin benimsetildiğini ve da­ha sonra hu değerlerin üniversite, kitle iletişim araçları, o ülke­de yayımlanan kitaplar ve yapılan siyasal tartışmalar düzeyinde nasıl yaygınlaştırıldığını araştırmak gerekli olmaktadır (...) Yunan eğitim sisteminde öylesine bir din bilgisi dersi okutulmaktadır ki, bu kursun akademik ve uluslararası düzeyde düşünülen din tarihi dersi standartları ile uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır. Yunanlılara öğretilen din anlayışı, Hıristiyanlığın, çağdaş bilimin ve bilim adamlarının vardığı sonuçlara son derece aykırı olan Ortodoks bakış açısıdır. Bu din dersle­ri, sonuçta Yunanlılara Hıristiyanlık hakkında gerçeklere hiç de uymayan bir görüş benimsetilmesine yol açar.
Edebiyat derslerine gelince, bu derslerde okutulan konu­lar, Yunanlıları sosyal düzeyde Ortodoks ideallerle uyumlu hale getirmek amacıyla. Yunan edebiyatından özenle seçilir. Böylece, bu dersler vasıtasıyla Yunanlılar, Ortodoks Kilisesi'nin isteklerine uygun düşen bir kişilik sahibi olmaya ve olayları kendilerinden istenilen şekilde görmeye ve değerlendirmeye başlarlar. An­cak sadece din derslerinin değil, Ortodoks Kilisesi'nin istediği içerikte verilen diğer derslerin de, ortalama Yunan vatandaşının karakterinin şekillenmesinde etkili olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Yunan Ortodoks Kilisesi'nin Yunan eğitim sistemindeki etkisi, sadece din dersleriyle sınırlı değildir.
Yunanistan'da, daha ilkokulda başlayan bu beyin yıkama ile “Megali İdea” ülküsü küçük çocuklara aşılanır. Kitaplara sistemli bir şekilde yerleştirilen telkinler, üniversite sıralarına kadar de­vam eder. Bir ilkokul kitabında ise “Ah Patrik” başlıklı bir yazıda 1821'deki Yunan isyanı sırasında asılan Patrik Grigorios'un hatırası anılmaktadır. Yazıda, patrik için “Hıristiyan ümmetinin fedaisi bir aziz” denilmiştir. (Yeni Kıbrıs Temmuz 1987 C. IV No. 10 s. 35, 36 "Kıbrıs Anlaşmazlığında Yunan Eğitim Politikasının Yeri" adlı makale, Muhsine (Helimoğlu) Yavuz)
Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te Rum Patrikliği’ne bahşettiği “Millet Başı” statüsü olmasaydı, muhtemelen 1830’da Yunanistan adlı bir devlet kurulamazdı. Zaten Yunanistan, 3 Şubat 1830’da tesadüfen şu anki coğrafyasında kurulmuş bir devlettir.
1814’de Yunan İhtilali için kurulmuş gizli bir örgüt olan Filiki Eterya’nın faaliyetleri sonucunda 1821’e gelindiğinde Rum Patrikhanesi isyan hazırlığının merkezi ve silah deposu halini almıştı. Durumu öğrenen Osmanlı yönetimi Patrikhane’ye baskın düzenledi ve sahte yeniçeri giysileri ile çok sayıda silah ele geçirildi. Sadrazam Benderli Ali Paşa tarafından sorgulanan Patrik Grigorios 2 Nisan 1821’de Patrikhane’nin orta kapısında (Petro Kapısı) asıldı. Asılmanın ardından Rum Dini Meclisi tarafından, kapının önünde bir Osmanlı Şehzadesi, Sadrazamı ya da Şeyhülislamı asılmadıkça bu kapının açılmaması için bir fetva verildi. Bu fetva hâlâ geçerlidir ve kapı hâlâ kapalıdır. Kapıya (kendilerince)Kin Kapısı” denilmektedir.

Yukarıda “Yunanistan, 3 Şubat 1830’da tesadüfen şu anki coğrafyasında kurulmuş bir devlettir.” demiştik. Çünkü Mora İsyanı ile başlayan süreçte, Yunanistan’ın Türkiye toprakları üzerinde kurulması hedeflenmişti, bu bağlamda; Yunanistan gerçekten şu anki coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir devlettir. 1821’de patriğin asılması ile başlayan Mora İsyanı’nın ardından uzun süren çarpışmalar Osmanlı’nın aleyhine oldu. Mora’daki çarpışmalarda Osmanlı, Batı ve Rusya’yı da karşısına almıştı. 1827’de Fransa, İngiltere ve Rus donanmaları Navarin Deniz Baskını ile Osmanlı’nın tüm gemilerini batırdılar. Bu süreç 1829’da Edirne Anlaşması ile Osmanlı’nın Yunanistan’ın bu günkü coğrafyasında kurulmasına razı olması ile sonuçlandı. Beş ay sonra 3 Şubat 1830’da imzalanan Londra Protokolü ile de Yunanistan resmen kuruldu.
Bu süreç aynı zamanda, Osmanlı’nın çöküşünü başlatan süreçtir. Zira bu sadece Yunanistan’ın kurularak Osmanlı topraklarından kopması değildi… Eflak Boğdan ve Sırbistan da otonomi kazandı, Rusya ticaret gemileri için boğazlardan serbest geçiş hakkı elde etti, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’ya savaş tazminatı ödemeyi kabul etti ve Çerkesya üzerindeki tüm hakları ile Karadeniz’in bir bölümünün kıyı kontrolünü de Rusya’ya devretti.

1930’da çatlayan yapı 1877/78 Osmanlı Rus Savaşı ile Balkanların büyük kısmı ile şimdiki Bulgaristan’ın yarısının da Osmanlı’nın elinden çıkması ile kırıldı. İnişler çıkışlarla dolu Osmanlı Tarihi sürecinde 1830 ve 1878 tarihleri en kötü yıllardır.
Osmanlı’da 1930’da başlayan çatırdamanın sorumlusu Rum Patrikhanesi’dir. Bu bağlamda, Yunanistan da varlığını Rum Patrikhanesi’ne borçludur. Tabi ki Yunanistan bunu hiçbir zaman yadsımaz. En kötü ekonomik şartlarda dahi Patrikhane’nin ihtiyaçlarını ve ayrılmış tahsisatlarını aksatmaz. Yunanistan bilindiği gibi büyük bir mali kriz ile karşı karşıyadır. Bu rağmen Papandreu’nun Yunanistan Başbakanı olduğundaki ilk icraatı, Rum Patrikhanesi’ne örtülü yardımı arttırmak olmuştu.

Ayrıca Rum Cemaati’nin buradan ayrılmamasını sağlamak için (İstanbul’da ve Gökçeada ile Bozcaada’da yaşamak şartı ile bağlanan) İstanbul’da yaşayan Rumlara üç ayda bir emekli maaşı ödenmektedir. 65 yaştan yukarı erkekler ile 60 yaştan yukarı “Hıristiyan” kadınlar “Rum Patrikhanesi’nin onayı” ile bu maaşı alabilmektedir. Ayrıca Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayanlara da aylık olarak verilmek üzere “Yunanistan Sosyal Yardım ve Sosyal Sigorta Bakanlığı” bütçesinden ayrılmış maaş bulunmaktadır.

ŞİİR: SİLMEDEN UNUT (BOJİDAR ÇİPOF)



Silmekten vazgeç onu hayatından

Giden zamana yazık olur boşa harcama

Gönüle kor düşünce zaten silmek zordur

Yok sayarsın ama atamazsın da içinden

Zordur vesselam gönül yarasını çeken bilir

Yaşam deli gibi kısırdöngüsüyle akarken 

Yokluk daha da artar bu zaman nehrinde

Onsuzluk ve sessizlik sarmıştır her yanını

Fakat karar da verilmiştir dönmemecesine

Hüküm senindir ama sen de kaldıramazsın

Gel de içinden at atabilirsen zor iş çeken bilir

Bazen sıkıntılı mısralar ya da kelimeler çıkar

Bazen çok hüzünlü bir sesle okunan bir türkü

Gözyaşlarını silme sakın kalsınlar yüzünde

Kimse görmez onları gören tek sensin

Yüzünden sil ama içinden bari silmeye kalkma

Zaten silmeye de değmez

En iyisi sen onu silmeden unut…


Bojidar Çipof
24 Temmuz 2010


16 Aralık 2012 Pazar

ŞİİR: BANA ÇAM AĞAÇLARININ SESİNİ TARİF EDEBİLİR MİSİN? (BOJİDAR ÇİPOF)



Çam ağaçlarının sesini tarif edebilir misin?

Aşk fısıltısı gibi bir nefes var da kulağımda

Bir ormandayım sanki ve fısıldıyor

Hatırlatıyor bana geçmişteki gezmelerimizi 

Onu anıyorum şimdi bir ormanda olmasam da

Bir soğuk akşamüstüydü

Gözlerimi alamamıştım onu ilk gördüğümde

Bir ışık haresi belirmişti yolumun üstünde

Gün ışığını yitirirken etrafım birden ışıldamıştı

Güneş feryat eder gibi son ışığını bana yansıtmıştı

Tuhaf hayallerle de karışan kafam aydınlanıverdi

O; çamurlar arasında parlayan beyaz bir zambaktı

Gün doğarken ortaya çıkan sabahın güneşiydi

Dudaklarından bana savrulan bir seda

Tefrika roman gibi her gün tekrarlanan bir hayal

Münzevi yaşamımdan beni ışığa taşıyan nurdu o

Ama sonra ışığımı, nurumu, hayalimi bıraktım

Velhasıl her şeyimi onda bırakarak ayrıldım ben

Yalnızca bir ses kaldı kulaklarımda o günlerden

Hani birlikte dolaşırken o ormanda,

Ve çam ağaçlarının her rengini seyrederken onunla

Rüzgârda kulağıma gelen yaprakların sesi nerede

Şimdi o sesi anımsamaya çalışıyorum

Fakat beyhude gelmiyor kulaklarıma

Yoksa ben ona değil de mavi bir lâdine mi vuruldum

Bu nedenle sana soruyorum şimdi

Bana çam ağaçlarının sesini tarif edebilir misin?


Bojidar Çipof
7 Şubat 2011 




14 Aralık 2012 Cuma

ŞİİR: ELÂ GÖZLERE ÂŞIK OLMAK (BOJİDAR ÇİPOF)


Elâ gözleri derin bir yerinde saklamışsan

Kundaklamış sarmalamışsan onları kalbinde

İhtimamla daha da büyütmek için sevgiyi

Yüreğine kakılmış iri iki elmas gibiyseler

Parlamaları yüzünden aksediyorsa; âşıksın

Yanında ve sana bakıyorlarsa; şanslı âşıksın

Zaman akar, ruhlar tek olur bedenler gibi

Çok ziyade sevgi ile dolar aşk halinde kişi

Belirgin anlaşılır yüzünden içindeki mutluluk

Gün iştiyak halinde geçer onu göremediğinde

Zaman akmaz taşar su misali sevgi yatağından

Seni onu sevdiğin gibi seven elâ gözler varsa

Sen gerçekten âşık hem de çok şanslı âşıksın

Fakat tablo her zaman pembe olmaz kızarır

Yüz umutsuzlukla gölgelenir ruh kapkara olur

Görememek başlarsa ve ayrılığa delaletse kötü

Hem de çok kötü ümitsiz aşk hali mi yoksa bu?

Bundan ötürü ziyade düşüncelere girdiysen

Senin gibi olanlar arasında sessizce kuytularda

Hüzünlü ve tek dolaşmaklar bir çare olmaz sana

Yüzünde herkesin göremeyeceği çizgiler belirir

Saklamaya çalışma kalbinde çok derin de olsalar

Zira içinde hüzün ve keder de olsa zaman akar

Yaşam sürmekteyse kalan yaşama umut olmalı

Belki bir tutam sevgi eşliğinde hâlâ sulamaktasın

Son kalan toprağın avuçlarından kaymaması

Sularla birlikte erimemesi, akıp gitmemesi için

Sıkıca tutabilirsen sevgini belki bir çare daha var

Gerçekten varsa denemelisin hem de sonuna dek

Ama son çare ayrılıksa, hakikaten denediysen her şeyi

Ne yaşadıysan ne kadar sevdiysen yarısını al

Yarısı onun yarısı senin olsun

Sadece elâ gözleri ona bırakma

Onların ikisi de sende kalsın... 

19 Kasım 2012 Pazartesi

RUM PATRİKHANESİ’NİN SON DÖNEMDE ANADOLU’YA YAKLAŞIMLARI



Bursa ili, Hıristiyanlık tarihi açısından çok önemli bir kenttir. M.S. 325 yılında 1. Genel Hıristiyan Konsili İznik’te yapılmış ve bugün Hıristiyanlığın en önemli amentüsü olan “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” üçlemesi bu konsilde karara bağlanmıştır. Bugün belki İznik, Bursa ilinin bir ilçesidir ama Bizans döneminde, İznik önemli olan yerleşim alanı idi. 1204’te Haçlı Ordusu’nun İstanbul’u zapt etmesinden sonra Bizans İmparatorluğu 57 yıl İznik’te barınmıştır. Bu bağlamda 57 sene merkez olması dışında, diğer zamanlarda da imparatorluğun İstanbul’dan sonra en önem verdiği 2 merkezden (Trabzon ve İznik) birisidir.
Heybeliada Ruhban Okulu’ndan sorumlu ve aynı zamanda Bursa Metropoliti Elpidophoros (Yani) Lambriniadis hakkında son 2 sene içinde çok sayıda makale yazdık. Bu göreve atanmadan önce Patrikhane Sen Sinod Genel Sekreterliği’ni sürdürürken, Rum Patriği Bartholomeos’un tüm yurt dışı seyahatlerinde ve görüşmelerinde yanında bulunmuştur. Heybeliada Ruhban Okulu; bilindiği gibi Patrikhane’nin çok önem verdiği bir okuldur.  ABD ve AB’nin de ilgi alanı olan bu okulun tekrar açılması Rum Ortodoks camia için önem arz etmektedir.  Okulun tekrar açılabilmesi yönünde bakıldığında; Elpidophoros’un bu göreve öylesine tayin edilmediği anlaşılır. Ancak aynı anda Bursa Metropolitliği’ne de atanması manidardır.
Elpidophoros’un ilk önemli adımı Bursa Metropolitliği için üzerinde Bizans dönemi İznik ve havalisinin Yunanca haritası bulunan İngilizce ve Türkçe 2 broşür bastırmak olmuştur.  
Bursa’nın geçmişten gelen önemi bağlamında, son dönemde Ortodoks kiliselerini satın alma ve Ortodoksların ayin yapabilmeleri için restorasyon çalışmalarına ağırlık verildiği gözlemlenmektedir. Bursa’da bu amaçla atılan ilk adımnlardan biri, Bursa Metropoliti Elpidophoros tarafından Tirilye’deki  (Eski adı ile Zeytinbağı Beldesi) “Kemerli Kilise”nin  (Yunanca adı ile “Panagia Pantovasilissa”) Patrikhane için finansmanını sağlayarak satın alması olmuştur. Son olarak ise geçtiğimiz Ağustos ayında, Mudanya’nın Kumyaka Köyü’nde bulunan ve mülkiyeti özel bir şahsa ait “Baş Melekler Kilisesi” de Bursa Metropoliti Elpidophoros tarafından Patrikhane için satın alınmıştır. Bu kilise, Bizans İmparatoru IV. Konstantinos Porphyrogenetos tarafından 780-797 yılları arasında yaptırılmış olup, dünyanın en eski üçüncü Ortodoks kilisesi olarak bilinmektedir. 
Rum Patrikhanesi, Anadolu ve Trakya’daki eski, metruk, bazılarının duvarlarının bile izi kalmamış kiliselerde son yıllarda ayinler yapmaktadır ve üzerinde Rumluğun esamesi kalmamış coğrafi alanlara, eski Bizans adları ile metropolitlikler ihdas edilmektedir. Bu esnada Batı Trakya’daki Türklerin uğradığı baskılar ve Türkiye ile Yunanistan arasında olması gereken, Lozan Anlaşması’na göre gerçekleşen mübadeleden sonra, uluslar arası anlaşmalar ile bağıtlanmış ama Yunanistan tarafında işlemeyen/işletilmeyen mütekabiliyet aklımıza gelmektedir. Bir yandan seçilmiş müftülerin görev yapmasının engellendiği, öte yandan Yunanistan tarafından atanmış müftülerin dayatılmaya çalışıldığı bir durum da söz konusudur.
Oysaki Türkiye’de Rum Patrikhanesi’nin durumu aynı mı? Ya da mütekabiliyet diyerek Patrikhane’ye ve Rum Cemaati’ne bu tür baskılar yapılıyor mu? 2010 ve 2011’de sayıları elli civarında Rum asıllı yabancı din adamına TC vatandaşlığı verildi. Burada Patrikhane’nin, “Din adamı ihtiyacımızı karşılayamıyoruz.” talepleri dikkate alınmıştır.
Acaba bir cami bile bulunmayan ama çok sayıda Yunan vatandaşı Türkün yaşadığı Atina için bir müftülük kurulabilir mi? Diyelim ki bu müftülük kuruldu, çok sayıda Türk vatandaşı din adamına Yunanistan vatandaşlık verir mi? TC yapılan Rum asıllı yabancı din adamı için de çok yazı yazdık. Bu yazılarımızı, dipnottaki linklerden bulabilirsiniz. 
Tabi şunu da düşünmek lazım: Şu anda Batı Trakya’da  seçilmiş iki müftü var. Bunlardan biri Elpidophoros’un yaptığı gibi Osmanlı dönemi haritalarla ve eski yerleşim alanlarının eski Türk adlarını kullanarak broşür bastırsalar başlarına neler gelir acaba?
Rum Patrikhanesi,  faaliyetlerini Bursa/İznik ile sınırlı tutmamış ve Ege bölgesindeki bir ilimize de “yetki”  olarak belirlemiştir. Geçtiğimiz Haziran’ın sonunda, yanında Cumhuriyet öncesi Kütahya ve havalisinde yaşayan Yunanlılardan oluşan kalabalık bir kafile ile birlikte Kütahya’da, İstiklal Mahallesi’nde bulunan metruk Başmelek Rum Kilisesi’ni ziyaret etmişlerdir. Her ne kadar yerel yöneticilere; “Ayinimizi yarın yapacağız. Otelin içinde (Kütahya Hilton Garden İn Oteli) olacak. Ancak ayini yapmadan önce buraya geldik. Bu günden atalarımızın ruhu için küçük bir dua okuduk. Buna bir ‘mevlit’ diyebiliriz. Rum dedelerimizin ruhu için dua ettik.” diyerek ayin yapılmayacağı temin edilse de metruk kilisede resmen ayin yapılmıştır.  Geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda ise Elpidophoros Lambriniadis tarafından bu kez de Kütahya halkının bayramını kutlamak için mesaj yayınlanmış ve bu yerel gazetelerde yer almıştır.
Bursa, İznik, Tirilye derken şimdi de aniden ortaya Rumların bir “Kütahya Aşkı” çıktı. Bu süreç içinde ise Rum Patriği Bartholomeos da boş durmadı ve Şarköy, Sapanca, Mersin gibi birçok yere ve bu yerlerdeki metruk kiliselere ziyaretler gerçekleştirmiştir.
Heybeliada Ruhban Okulu, 1971’de YÖK Yasası çıktığında, YÖK’e bağlı olmak istemedikleri için ve bir tavır olarak “kendileri” tarafından kapatılmıştır. Mevzuata uymak koşulu ile açılmasında bir mani ve mahsur yoktur. Ancak bu okulun YÖK’ten bağımsız ve müfredat ile ilgili açılması ve yönetilmesi istenmektedir. Türkiye’de Lise dengi okullar Milli Eğitim’e, yüksekokullar da YÖK’e bağlı olmak zorundadır. Bu durumda birkaç bin kişi olan bir azınlığın, eğitim gereksinimi olan diğer Türk vatandaşlarını sahip olmadığı haklarla mücehhez bir okul açmak istemeleri doğru olur mu? Ayrıca eğitimi dini giysi ile sürdürme talepleri de vardır ki bu da mevzuatlara aykırıdır. (Etek gibi elbiselerin üzerine yukarıdan aşağıya giyilen ve “Raso” olarak adlandırılan dini giysi.)
Kendileri tarafından kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için, süreç içinde uyulması gereken kanun ve yönetmelikler açısından Türkiye tarafından yapılan hiçbir öneriyi dikkate almamışlardır. 1971’de verilen aynı tepki ile tamamen kendi arzuları doğrultusunda açılmasını için en ufak bir taviz vermemektedirler. ABD’deki başkanlık seçimleri dolayısı ile bu konudaki dış talep ya da baskılara biraz ara verildiğini gözlemleniyor. Bu okulun önümüzdeki günlerde Türkiye’nin başını daha fazla ağrıtacağının göstergeleri vardır.  Patrikhane çevrelerinden Ruhban Okulu sorununun yakında AİHM’ye taşınacağı duyulmaya başlandı ve bu konuda Türkiye’nin samimiyetsiz davrandığı serzenişleri var!
Yukarıda belirttiğimiz gibi, okul kendilerince kapatılmıştır. YÖK Yasası ise, Türkiye’deki tüm yüksekokulları disiplin altına almak için çıkarılmış bir yasadır. Okulun açılması konusunda Türkiye’nin samimi olmadığını iddia etmek asıl samimiyetsizliktir! Çünkü bu gün yasal mevzuatlara uymak koşulu ile açılmasında bir mani olmadığını ısrarla vurgulamaktayız.
İstenen; Anayasa’nın eşitlik ilkesi başta olmak üzere çok sayıda kanun ve yönetmelikleri hiçe sayarak birkaç bin kişilik bir cemaate özel bir “imtiyaz” sağlanmasıdır ki bu durumda Türkiye’ye haksızlık yapılmaması gerekir.
Peki, son 2 yılda ağırlıklı olmak üzere geçtiğimiz yıllarda, Batı Trakya’daki Türklerin durumu ile hiçbir koşulda mukayese edilemeyecek bir ölçüde Türkiye’nin azınlıklara sağladığı edinimler hiç mi dikkate alınmıyor. Eski vakıf mülklerinin iadesi, TC vatandaşı yapılan onlarca papaz ve daha birçok husus…
Yazımızda ağırlıklı olarak Bursa Metropolitinden bahsettik, zira Bursa’dan sonra artık Kütahya’ya da dikkat edilmesi gerekiyor. Yabancılara mülk satışı ile ilgili olarak Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’a sorulan bir sorunun cevabı; “Türkiye genelinde 2,8 milyon metrekare taşınmaza sahip olan Yunan uyrukluların en çok Bursa, İstanbul ve Manisa’da mülk edindiklerini” ortaya koydu. Ekonomik kriz ile boğuşan Yunanistan vatandaşlarının Türkiye üzerinde mülk edinmeye finans bulmaları çok manidar… İstanbul ile Bozcaada ve Gökçeada’da Yunanlıların mülk almalarının duygusal açıklaması yapılabilir. Bu yerler zaten Lozan’dan sonra gerçekleştirilen mübadeleden muaf ve bu süreç içinde Rumların yaşamaya devam ettikleri yerlerdir. Ancak, Anadolu’da Yunanlılarca satın alınan mülklerin duygusal açıklaması farklıdır. Bu, bir anlamda son yıllarda Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki metruk kiliselerde yapılan ayinlere, Bartholomeos’un bu yerlere yaptığı ziyaretlere ve tek bir Rum yaşamayan bu yerlere, eski Bizans adları ile ihsas edilen metropolitliklere başka bir anlam yüklemektedir.