30 Eylül 2011 Cuma

YUNANİSTAN İFLAS ETTİ AMA RUM PATRİKHANESİ DEVLETLEŞME YOLUNDA


Heybeliada Ruhban Okulu, Ağustos’ta gizemli bir toplantıya ev sahibi olacaktı.Bu toplantıya Kudüs, Antakya (Şam’da bulunur) ve İskenderiye patrikleri ile Kıbrıs Başpiskoposu ve  Rum Patriği Bartholomeos katılacaktı. Patriklerin genel Ortodoks toplantıları dışında böyle bir araya gelmeleri rutin bir davranış değildi ve Türk düşmanlığı ile bilinen Kıbrıs Başpiskoposu’nun da bu toplantıda bulunması ise fevkalade düşündürücüydü. Bu toplantının ana amaçlarından biri ise 2011 içinde yapılacak olan genel Ortodoks toplantısı öncesinde, “Rus Patriği”ne karşı stratejiyi belirlemekti.
Bu toplantı, 1 Eylül’de Heybeliada Ruhban Okulu’nda ve 2 Eylül’de Patrikhane avlusunda bulunan Aya Yorgi Kilisesi’nde olmak üzere iki kere toplanılarak yapıldı ama Antakya Patriği gelmedi. Toplantı öncesinde, Rus Patrikhanesi’nden üst düzey bir yetkilinin Şam’a giderek Antakya Patriği ile görüşmesi neticesinde Antakya Patriği bu toplantıya icabet etmedi. Rus Patrikhanesi’nin bu girişiminden fevkalade rahatsız olmakla birlikte kendi emireri gibi telakki ettikleri Antakya Patrikhanesi’nin bu tavrına daha çok bozulmuş olduklarını belirtmek gerekiyor. 
Amerika’nın Patrikhane lehine çok farklı kulvarlardan girişimleri başlamıştır. Eylül, bu açıdan çok hareketli ve farklı manevraların yapıldığı/başladığı bir ay oldu. Merkezi Amerika’da bulunan ve yaptığı hizmetler karşısında milyon dolarlar alan McKinsey Şirketibilâ-bedel” olarak Büyükada Rum Yetimhanesi’nin fizibilitesini üstlendi ve bu konuda görüşmeler yapmak için 13 Eylül’de İstanbul’a geldi, Patrikhane yöneticileriyle görüştü ve sunumunu yaptı. Bu görüşmelere Coca Cola’nın  CEO’su Muhtar Kent de katıldı. Alınan bilgiye göre McKinsey’in bu fizibiliteyi bilâ-bedel yapmasını sağlayan kişi zaten Muhtar Kent’tir.
Bu organizasyonları gerçekleştiren ve Büyükada Yetimhanesi’nin koordinasyonunu sağlayan kişi ise Pandeli Laki Vingas’tır. Vakıflar Kanunu’nun, 41. Maddesi gereğince 28 Aralık 2008’de yapılan “Vakıflar Meclisi’ne “Azınlık Vakıfları Temsilcisi” olarak seçilen Pandeli Laki Vingas,  25 Mart 2011’de Boyacıköy Rum Kilisesi’nde “archon” ünvanı alan son kişilerden biridir.
Bu seçim, akabinde birçok tartışma da ortaya atılmıştı. Zira Ermeni vakıfları temsilcilerinin bir kısmının Vingas’a oy verdiği seçimden sonra ortaya çıktı. Ermeni vakıflarının adayı olan Simon Çekem’in bu konuda düşündürücü beyanatı ise şöyledir: “Bizim için üzücü bir durum. Çünkü meclise aday sokabilecekken kendi kendimizi sabote etmiş olduk
Archonluk; canını ve malını esirgemeden “Megali İdea” emelleri için ortaya koyabilecek kişilerden (sadece erkek) oluşan “Paramasonik” bir topluluktur ve merkezi Amerika’dadır. Kökeni Bizans’a hatta Roma’ya kadar uzanmaktadır ve o devirde kilisenin ya da imparatorun üst düzey asker/yargıçlara verdiği bir unvandır.
Patrikhane günümüzde; lobi kabiliyeti yüksek olan Amerikalı zengin işadamları arasından, kendi idealarına gönül vermiş olanlara “Archon” ünvanı vermektedir ve bu unvan Yunan/Rum asıllı kişiler arasında fevkalade itibar olarak telakki edilmektedir. Burada Patriğin bir “devlet başkanı” ya da “imparator” gibi, Bizans döneminde kullanılan çeşitli unvanları (Offikia) verdiğini görüyoruz. Mesela, Logothesis bu gün bir başbakan ya da dışişleri bakanı; Rhetor, eğitim bakanı; Referandarios, ise Patriğin imparator nezdindeki temsilcisidir. (mihmandarı)
1922, 1942, 1955 ve 1963 yıllarında Patrikhane’yi oluşturan Rum tebaa göç edince, Patrikhane’nin Anadolu’da faaliyet gösteren kilisesi kalmamıştı. Bu durumun önüne geçemeyen dönemin Rum Patriği Athenagoras çok fazla kişiyi “Archon” unvanıyla donattı ve bu şekilde kilise bağlarının korunmasını amaçladı. Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu (tescilli Türk düşmanı) Yakovos ise 1966’da “Order of Saint Andrew The Apostle Archon of The Ecumenical Patriarchate” adıyla Amerika’da bir dernek kurdu. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un 1991’de Patrik olmasından sonraki ilk icraatlarından biri, merkezi Atina’da olan “Panagia i Pammakaristos” isimli ikinci bir dernek kurmak oldu. Bundan sonraki adım da şu anda Amerika’da çok güçlü bir topluluk olan  “Archonlar Biraderliği”nin (The Brotherhood of Archons of the Ecumenical Patriarchate) kurulmasıdır.  (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: Bojidar Cipof, Patrikhane ile Mücadelem, Bojidar Kitapları Yay., 2010, s.620-627)
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın son Amerika gezisinde, Amerika Yunan Kilisesi’nin temsilcisi Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu ve Archonların üst düzey temsilcileri ile de görüştürüldüğü hakkında haberler internet ortamında bulunuyor. Arhonların Türkiye Devleti’nin üst düzey temsilcileri ile Patrikhane lehine talepler içeren görüşmelerde bulunmak istedikleri de çoktandır biliniyor.
Son dönemde ülkemizde artan terör ve İsrail ile olan gerginliğin üstüne eklenen Güney Kıbrıs’ın petrol sondaj girişimi gibi sorunlarımızda; Amerika yanımızda ve aynı anda karşımızda aktif rol oynamaktadır. Bu durumda din özgürlüğü ya da Müslüman olmayan Türk vatandaşlarına sağlanacak kolaylıklar sağlanması adı altında süregelmekte olan adımlar pek hoş görünmemektedir.
McKinsey”in arkasında Coca Cola da görünse sonuçta desteği veren Amerika’dır. “Tavşana kaç tazıya tut” misali, Güney Kıbrıs’taki petrol sondajını yapan da bir başka Amerika şirketidir. Basit bir teçhizatı, canları istediğinde Kongre kararı olmadan yurt dışına göndermeyenler, milyon dolarlarla telaffuz edilen bir fizibiliteyi bilâ-bedel yaparlar mı ya da bu işten asıl çıkar ne? Son günlerde çok aşikâr yapılan Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması yönündeki artan baskı neden?
Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposluğu’nda (ruhani açıdan) çok alt bir rütbede olmakla birlikte yeri geldiğinde Patrikhane için Başpiskopostan da değerli olan “Alex Carlukos” adında bir papaz var. McKinsey yetkililerinin sunumunda bulunmak üzere onun da İstanbul’a gelmiş olması çok dikkat çekicidir.
Bir başka husus da 13 Eylül’de bu görüşmeler süredururken, Amerika Büyükelçisi “Francis J. Ricciardone”nin, Rum Patrikhanesini ziyaret etmesi ve 17 Eylül’de de Heybelida Ruhban Okulu’nu eşi ile birlikte ziyaret etmesi ve  okulun anı defterine “Okulun tekrar açılması için dua ediyorum” şeklinde yazı yazmasıdır.
Rum Patrikhanesi’nin Yunanistan’da önemli mal varlığı bulunmaktadır. Bu mal varlığından oluşan kazançlardan vergi alınmaması için de çok yakında girişimde bulunuldu. Yunanistan Başpiskoposluğu’nun da önemli mal varlığı var ve onlar vergi veriyor. Bu durum; iflas etmiş Yunanistan’da önümüzdeki günlerde nelere yol açar bilinmez ama Patrikhane’ye  Yunanistan’dan gelen ve milyon Eurolarla telaffuz edilen yardımlar kesilmedi. 
Rum Patriği Barholomeos, 7-12 Ekim arasında Aynaroz Bölgesi’ne bir ziyaret gerçekleştirecek. Aynaroz Ruhani Cumhuriyeti olarak da bilinen bölge, Yunanistan'ın içinde yarı otonom bir idari yapıdadır. Makedonya'dan Ege Denizi'ne uzanan Khalkidiki Yarımadası üç dağlık bir burun şeklindedir ve "Athos" ya da “Ayion Oros” olarak bilinir. Bölgede, 17 Yunan ve birer Rus, Bulgar ve Sırp olmak üzere toplam 20 büyük manastır bulunmaktadır. Bu manastırların dünya ile tüm bağlar kopuktur, elektrik ve telefon dahi yoktur. Kadınların ve dişi hayvanların bile bu bölgeye girmesi yasaktır.
Bartholomeos, 2 Kasım 1991’de Fener Rum Patriği olduğu ilk günden itibaren bu bölge ile sorun yaşamıştır. Nitekim Patrikliğinin ilk gününde, taç giyme töreninde yaptığı konuşmasında üstü kapalı ya da açık birçok mesaj arasında Aynaroz’a da şöyle yüklenmişti:
“... Askitik bir yaşam tarzı sürdüren ve ışık saçan Aynaroz'dakilere yöneliyor ve diyoruz; uzun zamandan beri ana kilisemizin kuralları dışında olan Aynaroz Manastırının geleneksel varlığını sürdürmesini anlamak mümkün değildir. Bunun için bu kutsal yerlerin varlığını, Ortodoks Kilisesi düzeni ve hiyerarşisi içinde varlığını sürdürmesini ve muhafaza etmesini sağlamak için her şeyi yapacağız. Buradaki papazlardan şunları istiyoruz; Tanrı korkusu ile hareket edip kilisemizin Askitik ve Monahile yeminimizi ve kurallarımızı kabul etmelerini ve sadece bizim kilisemize uymalarını istiyoruz...”
Rum Patrikhanesi Devletleşme Yolunda…
Bu geziyi bir yerlere bağlamalı mıyız? Çünkü bu geziden döndükten 10 gün sonra bakınız ne olacak…
Bu sene Rum Patrikhanesi’nde her şeyin yıldönümü… Bartholomeos’un Heybeliada’dan mezun olup ruhban oluşunun 50. Yılı, Okulun kapanmasının 40. Yılı ve Bartholomeos’un Patrik oluşunun 20. Yılı…
22 Ekimde, Bartholomeos’un Patrik oluşunun 20. Yılı şerefine çok büyük bir organizasyon tertiplenmiştir. Haliç Kongre Merkezi’nde büyük bir bütçe ile 3 bin kişilik bir resepsiyon, piyano resitali ve sunum hazırlıkları yapılmıştır. Bu resepsiyona tüm yerli siyasi ve yöneticilerin yanı sıra iş adamları da davetlidir. Amerika’dan ve başka yabancı ülkelerden de gelecek çok sayıda davetli vardır.
Amerika’dan Archonlar da gövde gösterisi şeklinde başkanları “Limberakis” ile birlikte burada hazır bulunacaklar. Bu davet aslında Bartholomeos’un Patrik oluşunun 20. Yılı’nı kutlamaktan çok, ağırlıklı olarak Heybeliada Ruhban Okulu’nu açtırmaya yönelik hamlenin yapılacağı platform olacaktır. 
Makaledeki her bir madde, gerçekten usta bir satranç oyununun adeta hamleleri… 
Aynaroz, Yunanistan Anayasası’nın 104. Maddesine göre otonom bir devletçiktir ve buranın devlet başkanı da o an görevde olan patriktir. Patrikhane Vatikanlaşacak derken kastedilen topraklar farklıdır. Aslında Rum Patriği, Vatikan’dan çok daha büyük bir coğrafyanın devlet başkanıdır. Ama üzerinde bulunduğu topraklarda tescil ettiremediği “Ekümeniklik” nedeniyle bu statü “kadük” durumdadır.
Çok bilinmeyenli ya da bilinenli bir denklem aslında Rum Patrikhanesi’nin durumu… Ve birinci sırada Ekümeniklik sonra da Heybeliada Ruhban Okulu’nun YÖK’e bağlı olmadan açılması bulunuyor. Bunun için yeni Anayasa’da bir takım cümleler sokulması gerekiyor. Patrikhane için çalışan hukukçu ordusunun bu bağlamda Anayasa Komisyonu’ndaki meslektaşlarına telkinlerde bulunması olasıdır ve dikkat edilmesi gereklidir.
Yazımız için “komplo” diyen desin…
Zaten Türkiye komplonun daniskası ile karşı karşıya… 
Şimdi lütfen bu yazıyı bir daha yukarıdan aşağıya ama bu kez mantık süzgecinden geçirerek okuyunuz…
Ve Rum Patriği’nin çok kısa bir süre önce Selanik çevresine yaptığı ziyarette Yunan askeri birliği ile çekilmiş olan fotoğraf karesine dikkatlice bakınız…
Yazımızın başlığı şöyleydi: “Yunanistan İflas Etti Ama Rum Patrikhanesi Devletleşme Yolunda

21 Eylül 2011 Çarşamba

ŞİİR: SENİ SEVMEK NASIL BİR ŞEY SÖYLER MİSİN? (BOJİDAR ÇİPOF)



Seni sevmek,

Nasıl bir şey söyler misin?

Bulunca hata yapmamak için soruyorum

Seni sevmek,

Bir kuşun kanadında uçmak olabilir mi?

Uçarken seni düşürmemek için soruyorum

Seni sevmek,

Özlemin bittiği nokta mıdır?

Biten hüznün müjdesi ve kavuşma sevinci,

Ya da duygularla sarmaş dolaş olunan vuslat anı

Seni sevmek,

Farklı bir armoni ile yazılmış melodi midir?

Hâlâ bilinmeyen renklerin bileşimi de olabilir bu

Hatta göz kamaştıran bir ışık olman da olası

Aşk bana çoktandır yalnızlığın kasvetli sokağıydı

Ama bu kez kör yollara girmeye niyetim yok

İçimde saklı yanılgılarımı da çoktan savurdum

Duygularım yine iflas etmesin diye tetikteyim

Yazgıya inat çok iyi hazırladım bu kez kendimi

Gerçekten hazırım dedim ama sen hâlâ yoksun

Yüzünü bilmeden nasıl bileceğim kim olduğunu

En iyisi sana kendimi tarif edeyim sen bana gel…


Bojidar Çipof
9 Eylül 2011 
http://www.antoloji.com/seni-sevmek-nasil-bir-sey-soyler-misin-siiri/


9 Eylül 2011 Cuma

RUM PATRİKHANESİ’NDE HAREKETLİLİK VAR!


Patrikhane’nin 12 kişilik bir dini meclisi (Sen Sinod) vardır ve bu mecliste “metropolit” dini rütbesinde olan papazlar görev yapar. Burada görev yapacak olan papazların, 6 Aralık 1923 tarihli ve 1092 sayılı bir valilik genelgesine göre; “Türkiye’de ikamet eden ve TV vatandaşı olan metropolitler olması” gerekliliği bulunmaktaydı. Bu süreçte; (1923’ten itibaren) Türk vatandaşı olmayan bir patrik ve din adamı da  zaten (resmen) görev yapmamıştı.

Rum Patriği Bartholomeos 2004’de ani bir kararla 12 kişilik Sen Sinod’da, 6 yabancı uyruklu din adamına görev verdi. 2004 itibariyle; Patrikhanede “20” civarında metropolit seviyesinde din adamı bulunuyordu. Buna rağmen “12 kişiyi tamamlayamıyoruz, eksiğimiz var” diye asılsız bir gerekçeyi ortaya attılar ve 17 kişilik bir listeyi TC vatandaşı yapmak üzere harekete geçtiler. 17 kişilik bu liste müracaat esnasında elendikten sonra 13’e indi. 

1500 kişiden az kalmış Rum Cemaati’nin dini ihtiyaçlarının karşılanması, amaçladıkları gaye ise bu papaz sayısı -kişi başına hesaplandığında- çok fazladır. Buradaki amaç; “Ekümenik Patrikhane”ye “maiyet” teminidir ve 2010 sonunda “çoğaldılar” ama bu da yetmedi.

13 kişi kabul edilir edilmez, 11 kişilik bir liste için daha Türkiye’den vatandaşlık talep edildi. 12 kişiyi tamamlamıyoruz diye 6 yabancı uyruklu papaz ile yasalarımızı delmişlerdi. 13 taze vatandaş papaz, Türk vatandaşlığı alınca normal olarak; o tarihte yapılan ve  28 Şubat 2011’e kadar sürecek görevlendirmeye yeni Türk vatandaşı olanların yer verilmesi gerekirdi. Ama böyle yapmadılar ve sadece bir taze vatandaş papazı kadroya alarak, yine 5 yabancı ile Sen Sinod çalışmalarına devam ettiler. 11 kişilik yeni listede ise bu 5 kişi de yer aldı. Bunları da TC yapmak için harekete geçtiler. Amaçları “daha da çoğalmak”tı.

Rum Patrikhanesi, Vatikan’ın karmaşık hiyerarşik yapısı içindeki ve Ortodokslukta metropolite eşdeğer sayılabilecek kardinal sayısı ile yarış halindedir. 

Metropolitlere verilen “sözde” görev bölgeleri ise Rumluğun “esamesi” kalmamış yerlerdir ve o coğrafi bölgelerin eski Bizans adları kullanılmaktadır. Belki bu tayinler, 15 -20 sene önce pek bir önem arz etmiyordu. Ancak Bartholomeos’un Patrik oluşundan sonraki dönemde, Anadolu’daki metruk kiliselerde ayinler yapılması çok arttı. Yerel yöneticiler de bu faaliyetlere turizm açısındaki getirilerini göz önüne alarak destek olmaktadırlar

Ağustos’un son haftasında, yukarıda bahsettiğimiz 11 kişilik listeden 6 kişinin TC vatandaşlığına alınması onaylandı ve vatandaş olma işlemleri başladı. Bu kişiler şunlardır:

1- Rethimnis ve Avlopotamu Metropoliti Evangelos Antonopoulos
2- Kidonias ve Apokoronau Metropoliti Emmanouil Papayannakis  
3- Hong-Kong Metropoliti Nektarios Tsilis
4- Almanya Metropoliti Augustin Lambardakis
5- Meksika ve Orta Amerika Metropoliti Georgios Anastasiadis
6- Leros ve 12 Ada Metropoliti Panagiotis Aravantios 

Henüz vatandaşlık izni alamayan ama muameleleri devam diğer 5 kişi ise şunlardır:

1- İspanya ve Portekiz Metropoliti Panagiotis Stavropoulos
2- Gortina ve Arkadia Metropoliti Dimitrios Doulofakis
3- Fransa Metropoliti Emmanuel Adamakis
4- Rodos Metropoliti Konstantinos Kogerakis
5- Girit Başpiskoposu Nikolaos Athanasiadis

Bu işlemler sürerken, Sen Sinod’da ise konuyu takip etmeyenlerin dikkatini hiç çekmeyecek bazı ayrıntılar baş gösterdi. Cunda Adası Metropolitliği; belki çok kişiye Ayvalık hudutları dâhilindeki bir beldeye ihdas edilmiş olarak algılanabilir. Oysaki Cunda Adası, Patrikhane’nin tarihsel seyrinde çok önemli bir noktadır. Osmanlı döneminde, daha Heybeliada Ruhban Okulu’nun olmadığı bir zaman diliminde, Papaz “İkonomos”un Osmanlı’yı kandırarak oluşturduğu “İlk Ruhban Okulu”  burada bulunmaktaydı. Ve önemli olan Ayvalık değil, Cunda (Alibey) Adası’dır. 

Birkaç yıl evvel, Ayvalık Cunda'da, Koç Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç tarafından bir kilise restore edilmiş ve Coca Cola İcra Başkanı Muhtar Kent’in babası “Necdet Kent”in adı verilerek kütüphaneye dönüştürülmüştü.  Muhtar Kent de babasına ait 1500 kitabı buraya bağışlamış ve bu açılış Rum Patriği Bartholomeos tarafından onurlandırılmıştı.

Cunda Adası Metropoliti semboliktir ama burada görevli olan metropolit daima İlk Ruhban Okulu”na atfen, daima Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu metropolit olmaktaydı. Geçtiğimiz Ağustos’ta yapılan Sen Sinod toplantısında alınan kararlara göre bu gelenek artık değiştirildi. 

Bursa Metropoliti “Yanni Lambriniadis(Dini adı: Elpidophoros) artık Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu Başpapaz oldu. Bursa Metropoliti olan Elpidophoros, Mudanya bölgesinde bulunan “Zeytinbağı Beldesi”ndeki (Tirilye)  ve bir şahıs üzerine tapulu olan “Kemerli Kilise”yi  (Panagia Pantovasilissa) satın almak ve bu bölgede bir hareketlilik sağlamakla da görevlidir. 

Bu amaçla, 12 Ağustos’ta Bursa’ya giderek mülk sahibi olan “Deniz Korkmazer” ile görüşmüştür. Edindiğimiz bilgilere istinaden, “200.000 T.L”lik bir teklifte bulunmuş ama anlaşamamıştır. Bu kilisenin satın alma yoluyla elde edilip restorasyon yapılmasından sonra ise Rum Patriği Bartholomeos’un senede birkaç kez burada ayin yapma isteği de bilinmektedir.

Yeni çıkan “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname” ile “5737 sayılı Vakıflar Kanunu”na eklenen geçici madde ile “Azınlık Cemaatlerinin Mallarının İadesi” kapsamında, Vakıflar vasıtasıyla bu mülkü elde etme gayretleri olması da olasıdır. Zira geçen sene edindiğimiz bilgiler; bu kilisenin mülkü için “1 Milyon T.L.” değer biçildiği şeklindedir. 

Zira yeni yasa bu tür tapu iptallerine/devirlerine imkân verecektir. Nitekim daha yasa çıkmadan evvel bu bağlamda önemli bir gelişme de Gökçeada’da yaşanmıştır. “Gökçeada Asliye Hukuk Mahkemesi”; 4 Mayıs 2011’de, Çınarlı Mahallesi, Kadri Üçok 239 Ada 8 Parsel’de bulunan ve “Eray Dağınık” adına tescilli bir taşınmazla ilgili açılan Tapu İptal Davası’nı hükme bağlayarak bu taşınmazı “Theodoro Vulgarel” adına tescil etti. Şüphesiz bu taşınmaz; azınlık cemaati taşınmazı konumunda değildi ve bu mahkeme bir şahıs (gerçek kişi) adına açılmıştı. 

Ama burada atlanmaması gereken çok önemli şu husus da vardır: 

Askeri/Stratejik” hassasiyetler göz önüne alınarak çıkarılmış bir genelge ile Gökçeada’da, Müslüman bir şahsın malını Müslüman olmayan bir şahsa satması yasaktı. Bu genelge; Gökçeada’da yabancıların mülk edinmesini engelleme amacı ile çıkmıştı. Ama görülüyor ki yerel mahkeme kararıyla artık bir emsal devir var.

8 Eylül 2011 Perşembe

SENİ SEVMEK NASIL BİR ŞEY SÖYLER MİSİN?



Seni sevmek,

Nasıl bir şey söyler misin?

Bulunca hata yapmamak için soruyorum

Seni sevmek,

Bir kuşun kanadında uçmak olabilir mi?

Uçarken seni düşürmemek için soruyorum

Seni sevmek,

Özlemin bittiği nokta mıdır?

Biten hüznün müjdesi ve kavuşma sevinci,

Ya da duygularla sarmaş dolaş olunan vuslat anı

Seni sevmek,

Farklı bir armoni ile yazılmış melodi midir?

Hâlâ bilinmeyen renklerin bileşimi de olabilir bu

Hatta göz kamaştıran bir ışık olman da olası

Aşk bana çoktandır yalnızlığın kasvetli sokağıydı

Ama bu kez kör yollara girmeye niyetim yok

İçimde saklı yanılgılarımı da çoktan savurdum

Duygularım yine iflas etmesin diye tetikteyim

Yazgıya inat çok iyi hazırladım bu kez kendimi

Gerçekten hazırım dedim ama sen hâlâ yoksun

Yüzünü bilmeden nasıl bileceğim kim olduğunu

En iyisi sana kendimi tarif edeyim sen bana gel…




1 Eylül 2011 Perşembe

AZINLIK CEMAATLERİNİN TAŞINMAZLARI İADE EDİLİYOR

28 Ağustos’ta İstanbul’daki “Arkeoloji Müzesi”nin bahçesinde Türkiye’deki gayrimüslim cemaat vakıfları müştereken bir iftar düzenlemişti. Bu iftara katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, orada yaptığı konuşmada cemaat vakıflarına yönelik çok büyük bir müjde verdi.

Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname” ile “5737 sayılı Vakıflar Kanunu”na geçici bir madde eklendi. Bu kanun hükmündeki kararnameye göre; gayrimüslim cemaat vakıflarına 1936’da beyan etmiş oldukları ama şu an mülkiyetleri ellerinde olmayan tüm taşınmazları, mezarlıkları ve çeşmeleri vakıflarının adlarına tescil etme yolu açıldı. 

Bunun ne anlama geldiğini ve sürecin nasıl işleyeceğini irdelemeden evvel “1936 Beyannamesi” nedir ve cemaat vakıflarının malları süreç içinde neden ellerinden çıkmış bunu irdelemek gerekir. Cumhuriyetin ilânını müteakip, Padişahlıktan miras kalan uygulamaların yerine yeni yasalar yapma ve çağdaşlaşma süreci başladı. Osmanlı’da çok önemli bir yer tutan vakıflarla ilgili olarak da 1935 yılında “Vakıflar Kanunu” çıkarıldı ve aksaklıkların giderilmesi için düzenlemeler başladı.

O tarihte azınlık cemaatlerinin gayrimenkullerinde önemli tapusal sorunlar vardı ve bu sorunları ortadan kaldırmak adına, gayrimüslim cemaat vakıflarına, bir kereye mahsus olarak beyanname ile tapusu adlarına tescil edilmiş olmasa da kullanımlarında olan taşınmazlar üzerinde hak sahibi olmaları sağlandı. Tabi ki bu uygulamanın da kendi içinde sınırları ve yönetmelikleri vardı.

15 sene Bulgar Ortodoks Eksarhlığı Vakfı’ndaki yöneticiliğimiz esnasında yaptığımız araştırmalar ve birinci elden edindiğimiz bilgilerle gördük ki “1936 Beyannamesi” gerçekten azınlık vakıflarına verilen çok büyük bir “hoşgörü” örneğidir. 

Zira o tarihte cemaatlerin kullanımında olan gayrimenkullerin çoğunun tapusu ya da fermanı bulunmamaktadır. Süreç içinde edinilen gayrimenkuller; Osmanlı Hukuk Sistemi’ni bir anlamda da delme adına, “takiye” yapılarak cemaat mensubu tanınan kişilerin üzerine ya da bir aziz ismi üzerine tapılan işlemlerle cemaatin kullanımındaydılar. 

Gayrimenkuller genelde “güvenilir” bir kişiye tapulandırılıyordu. Örneğin Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda, geçen yüzyılın başında edinilen mülklerin büyük bölümü “Eksarh Yosif” adına tescil edilmişlerdi. 1936 Beyannamesi olmasaydı şu anda Bulgar Cemaati’nin kullanımında olan ve Şişli’nin göbeğindeki çok değerli, 5 dönümlük arazi Eksarh Yosif’in varislerine kalacaktı. “Patrikhane ile Mücadelem – Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda 15 Yıl” adlı kitabımızda (s.228/230) bu konuyu şöyle dile getirdik ve önemli bir belge koyduk: 

1996 yılında, bir yandan Patrikhane ile uğraşırken, bazı Bulgar gazetelerinden aldığımız bilgiye göre; Eksarh Yosif’in varislerinin, İstanbul’daki mülkleri kendi adlarına tescil ettirmek ile ilgili bir çalışma içine girdikleri anlaşıldı. (…) Bunun aslında yeni bir girişim olmadığı, birkaç yıl evvel de mülkleri özel bir vakıf kurarak yönetmek üzere harekete geçtikleri de sonra anlaşıldı. (…) Bu gelişmeler esnasında, çok önemli bir belgeyi arşivde bulduk… (…) Belgenin tamamının tercümesi şöyledir: 

Beyanat (Deklarasyon)

“Aşağıda imzası bulunan, Bulgar Eksarhı işbu beyanatla, İstanbul’da ve Osmanlı İmparatorluğu toprakları sınırları içinde, her nerede olursa olsun bulunan ve muhtelif tapu ve hüccet ile (senet, vesika) benim adıma kayıtlı tüm gayrimenkullerin, İstanbul’daki Bulgar Eksarhlığı tarafından satın alınmış olup, mülkiyeti ve tasarrufu Eksarhlığa aittir. Defterhanedeki (tapu) benim adıma yapılan kayıtlar similatif (yalancıktan) olup, işbu işlem zaruretten doğmuştur. Hakikatte bu alış bedeli, Eksarhlık tarafından ödenmiştir ve şahsen benim bu mülkler üzerinde hiçbir hakkım yoktur. Bundan dolayı bu mülklerin en uygun zamanda, Bulgar Eksarhlığı’nın ya da muhtemelen onun yerine geçecek kurumun hükmi şahsiyeti üzerine tapu çıkarılması gerekir.

Varislerimin bu beyanatıma göre hareket etmelerini mecbur ediyorum ve Bulgar Eksarhlığı yukarıda belirtilen mülkleri, kurumun kendi hükmi şahsiyeti adına kaydedeceği zaman, derhal ve karşılıksız olarak gerekli yasal formaliteleri yerine getirsinler.

Sofya, 27 Mayıs 1915

Bulgar Eksarhı: Yosif İmza” 

Eğer 1936 Beyannamesi olmasaydı; Eksarh Yosif’in varisleri tapuları dedelerinin üzerine tescil edilmiş, Bulgar Cemaati’ne ait olan gayrimenkulleri elde edeceklerdi. 

Aslında tüm azınlık vakıflarında buna benzer şekillerle taşınmazlar şahısların üzerinde fakat cemaatlerin kullanımındaydı. “Neden böyle davranılmış?“ sorusu ise çok fazla ihtimali içerisinde barındırıyor. Bunda en çok saraydan izin alma işinin meşakkati ve alınamama ihtimali rol oynamıştır. Tüm hoşgörüsüne rağmen padişahların çoğu cemaatlerin güçlenmesine karşı duyarlılık göstermişlerdir. Bunu delmenin en kolay yolu olarak gayrimenkulün bir güvenli kişiye hatta bazen de bir aziz adına tapulanması görülmüştür.

1936’dan itibaren cemaat vakıfları; hibe, ölümden sonra edinilmek üzere vasiyet ve satın alma suretiyle gayrimenkullerini çoğalttılar 1964’de Kıbrıs olaylarının da etkisiyle Türkiye’de yaşayan fakat Yunanistan vatandaşı olan Rumların gönderilmesi, 1974’de Kıbrıs’ta yaşanan Rum vahşeti ve savaş; Türkiye’nin bu duruma daha duyarlı olmasına neden oldu. Tüzel kişilik olan vakıfların Osmanlı zamanında yapılan ve bir anlamda “takiye” olan uygulamalar ile çok sayıda mülk edindiği anlaşılınca; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, “8 Mayıs 1974 tarihli, E. 1971 /2–820, K.1974/505” sayılı bir karar yayımladı. Kararın gerekçesi şöyleydi: 

“Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana getirdikleri Tüzel Kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır. Çünkü Tüzel Kişiler, Gerçek Kişilere oranla daha güçlü oldukları için, bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde, devletin çeşitli tehlikelerle karsılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır. Bu nedenle de karşılıklı olmak şartıyla yabancı Gerçek Kişilerin Türkiye’de satın alma veya miras yolu ile taşınmaz mal edinmeleri mümkün kılınmış olduğu halde, Tüzel Kişiler bundan yoksun bırakılmışlardır.” 

Bu Yargıtay Kararı; azınlık vakıflarına Osmanlı döneminde edindikleri ve 1936’da beyan ettikleri gayrimenkullerle ilgili bir hak zayii yaratmadı ama bağış ve vasiyet yoluyla ilgili önlerini kesti.   

Satın alma meselesinin ise çok tartışmalı bir husus olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bir dînî vakıf; akarlarının ve yapılan bağışlardan gelen paralar ile bir yandan elindeki varlıkları muhafaza etmek, bir yandan da bunları cemaatinin dînî ihtiyaçlarının kullanımına hazır tutmak ve yardıma muhtaç cemaat mensuplarına yardım etmekle mükelleftir. Ticari bir vasfı olmayan dînî bir vakfın, yeni mülkler edinmesinin mantığı bu bağlamda anlaşılmamaktadır. 1974’te de bu görüşün baskın olduğu yaptığımız araştırmalardan görülüyor.   

1964’te ve 1974’teki olanlara sadece bir perspektiften bakmamak gerekir. Konuya; Yunanistan’la adeta savaş halinin geçerli olduğunu da dikkate alarak bakılmalıdır. Ayrıca o esnada Batı Trakya’daki Türkler ve onların vakıfları ile gayrimenkullerinin de durumunu dikkate almalı ve mütekabiliyet esaslarına göre neler yapıldığını da anlamak gerekmektedir.   

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname” ile “5737 sayılı Vakıflar Kanunu”na ilave edilen geçici maddeye istinaden çıkan kararnameye göre neler olacak ve nasıl bir süreç işleyecek?   

1936 Beyannamesi’nde vakfının uhdesinde kayıtlı iken süreç içinde bir kamu kurumu adına tescil edilmiş gayrimenkuller, mezarlıklar ve çeşmeler; tapu kayıtlarındaki hak sahibi ve mükellefiyet sahibi vakfa geri verilecek. Bunun için kararname tarihinden itibaren 12 ay içinde müracaat edilmesi gerekiyor. Yapılacak müracaatın Vakıflar Meclisi’nce olumlu bulunmasından sonra ise ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil işlemi yapılacaktır.

Taşınmaz bu süreç içinde eğer 3. kişilere satılmışsa bu durumda Maliye Bakanlığı tarafından tespit edilen rayiç değer; Devlet adına ilgili vakfa ödenecek. Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esasların ise 15 gün içinde çıkacak bir yönetmelikle düzenleneceği anlaşılmaktadır.

Bu güne değin azınlık cemaatlerinin taşınmazları ile ilgili olarak AİHM’de açılan birçok davada Türkiye kaybetti ve taşınmazın değerinin çok üstünde tazminatlar ve yüklü mahkeme masraflarını ödemek zorunda kaldı. 2010 sonlarında “Büyükada Yetimhanesi”nin tapusu, tüzel kişiliği olmayan Rum Patrikhanesi adına, AİHM kararı ve AB baskısıyla verilmişti. Burada Türkiye’nin zaaf gösterdiği ve hukuk yollarının tümünü tüketmeden buna “evet” dediği de ortaya atılmıştı. Bu -bize göre- pek doğru bir tespit değildir. Yukarıda, AİHM yoluyla bir mülk için ortaya çıkan tazminatların –normalde- değerinin çok üzerinde olduğunu belirttik. Kaybedilen davaların çok yüksek mahkeme masrafları da bir başka negatif husustur. Bu bağlamda; değeri yüz bin dolar olan bir gayrimenkul için AİHM’nin bir milyon dolar tazminata hükmetmesi ise şaşırtıcı olmamaktadır.    

Bir örnek: “Kırmızı Mektep” olarak bilinen “Fener Rum Erkek Lisesi” için Türkiye,“5 Temmuz 2007’de 1.603.693 YTL” tazminat ödemiştir.   

Bu yönde düşündüğümüzde, azınlık vakıflarının mallarının iadesi için çıkan bu kararnameye “pozitif” açıdan da bakılabilir. Aslında TC vatandaşı olan tüm cemaat mensuplarının, her Türk vatandaşı gibi eşit şartlarda olması ve vakıflarının da ihya edilmesi hususunda bir mani elbette ki yoktur. Ancak bu vakıfların da Türkiye’nin âli menfaatleri doğrultusunda faaliyet göstermeleri gerekir. 

Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren kararname kapsamında; cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup, malik hanesi açık olan taşınmazları ile 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve İl Özel İdaresi adına tapuları el değiştirmiş mallar iade alınabilecek. Bu gayrimenkullerde; kamulaştırma işlemi yapılmış ise doğal olarak bir bedel ödenmesinin gerçekleşmiş olması söz konusudur. ve hak kaybı yoktur Satış ve trampa (takas) suretiyle ise zaten gayrimenkulün yetkilileri tarafından rızaen işlem yapılmış olmasından ötürü geriye dönüş gerçekleşmeyecektir zira bu durumda da bir hak zayii yoktur. Üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların ise, Maliye Bakanlığı tarafından tespit edilen rayiç değerleri, Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce cemaat vakıflarına ödenecek.   

Şüphesiz kararnameden çok daha önemli olan, 15 gün içinde çıkması beklenen yönetmeliğin içeriği olacaktır. 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun “8 Mayıs 1974” tarihli kararı işte bu tür “takiye”lerin yolunu kesmeyi amaçlamıştı ve günümüzde de devam ettiği görülüyor. 1994’te Bartholomeos’un Rum Patriği oluşundan itibaren, Patrikhane civarındaki mülkler fahiş fiyatlarla satın alınmaya başlanmıştı. Bu süreçte, çok sayıda mülk el değiştirdi. İncelendiğinde bu alımı yapanların büyük kısmının yaşlı ve hayatında böyle bir parayı bir arada görmemiş, görmesi mümkün olmayan kişiler olduğu anlaşıldı. Bu aslında ileriye yapılan bir yatırımdı. 

5 Aralık 2009’da, açılışı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan ve “Avrupa Birliği Genel Sekreterliği İstanbul Bürosu” olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ortak kullanılan bina mazbut bir Rum vakfına aittir ve bu konuda AİHM devrededir. Bu binanın iadesi çıkan kararnameye göre olasıdır. Peki, “Vakıf mazbut yani artık ortada yok ise bu durumda işleyiş ne olacak?” bunu da çıkacak yönetmelikte göreceğiz.

Bir başka örnek de Okmeydanı’nda halen “Türkiye Gazetesi Hastanesi” olarak kullanılan eski “Bulgar Hastanesi”dir. Binanın esas sahibi “Evlogi Georgiev Vakfı” idi ve uzun yıllar mevzuata aykırı bir biçimde ve mütevelli heyetsiz olarak çalıştı. Hastaneyi elde tutan ve nemalanan birkaç Bulgar Cemaati mensubu ile Bulgar Başkonsolosluğu’nun elemanlarınca yönetilmekteydi. Mütevelli heyeti oluşturulması hakkında defalarca uyarılmalarına rağmen aynı şekilde devam edildiği için "5 Temmuz 1988’de Saat 15.30"da tutulan bir tutanakla Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından el konuldu ve mazbutaya alındı. Şimdi bu mülkün muhatabı kim olacaktır? Zira elimizde de bulunan, 1936’da Bulgar cemaati adına “Episkopos Kliment” tarafından verilmiş beyannamede, o tarihte “Evlogi Georgiev Vakfı”na ait olduğundan bu mülk yer almıyor. Bu taşınmaz ileriye yönelik sorunlardan biri olacaktır.

Bir başka sorun olacak örnek de “Tuzla Ermeni Çocuk Kampı”nın mülküdür. Bu gayrimenkul üzerinde de çok fazla iddia bulunmakla birlikte, en açık şekliyle hadisenin özeti şöyledir: Bağış yapan kişi 1974’teki uygulama ile bu mülkün tapusunu tekrar uhdesine almak zorunda kalmış ve ilerleyen dönemde ise kendi mülkü durumunda olan bu yeri satmıştır. Bu taşınmaz da ilerideki günlerde, bu yeni kararname mesnet alınarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün başını ağrıtacak büyük sorunlardan olacaktır.

Bu gelişmeler ışığında dikkat edilmesi gereken birkaç başka önemli nokta da bulunuyor. 

“Mütekabiliyet” bu işin neresinde duracak?   

Mütekabiliyet devreye girdiğinde ise Türkiye’nin karşısında şu 2 devlet görünmekte: Bulgaristan ile Yunanistan…

Türkiye’nin bu çıkışı aslında Bulgaristan’ı çok memnun etmedi. Zira Bulgaristan’da çok büyük bir Osmanlı vakıflarına ait mülk envanteri var. Bulgaristan’ın çeyreği desek mübalağa olmayacaktır. 
Yunanistan’ın mütekabiliyet ile uzaktan yakından alâkadar olmadığını biliyoruz ve umarız ki Türkiye’nin vatandaşı olan gayrimüslim cemaatlere yönelik aslında çok büyük bir adım olan bu girişimi bir yanıt alır. Ama bunu beklemediğimizi ve Batı Trakya’daki Türklerin durumunda bir iyileşme umudu olmadığını da gözlemlerimizde görüyoruz. 

Fener Rum Patriği’nin Devlet Erkânı ile olan yakınlığına ise insani açıdan olumlu ama siyasi açıdan çok tehlikeli görüyoruz. 

Patrik Barholomeos’un Türkiye’de yerleşik Rum asıllı vatandaşların Dînî Lideri olarak bu saygıyı duymasına bir sözümüz yoktur. Fakat Patrik Barholomeos’un, Türkiye’de yaşayan tüm Ortodoks Hıristiyanların lideri olarak da algılanmaması şarttır. Bu durum, mevcut Anayasa’nın 24. Maddesine de aykırılık teşkil eder.   

Bu yazımızda ikilem içeren tümceler bulunuyor. Bu bizim ikilemde olduğumuzdan ötürü değil, konu ya da konuların ikilemlerle dolu olmasındandır. Şimdi gözümüz 15 gün içinde Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Maliye Bakanlığı 

http://www.21yyte.org/tr/