26 Aralık 2010 Pazar

YUNAN KARA KUVVETLERİ KOMUTANI’NIN PATRİKHANE’YE ZİYARETİNİN ARDINDAN


9 Aralık 2010 Perşembe, günü, resmi bir ziyaret için Türkiye’ye gelen, Yunanistan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Frangos Frangoulis; Rum Patriği Barholomeos’u ziyaret etti. Rum Patrikhanesi’ne çok sık yapılan yabancı ve Yunanlı ziyaretlerinin arasında böyle bir ziyaret bizi çok fazla ilgilendirmeyebilirdi. Ancak bu ziyaretten bir gün sonra daha alt rütbeli dört subayın daha Bartholomeos’a ziyarette bulunması biraz dikkatleri çekti. Çünkü bu Korgeneral’in geçmişi ile çok kısa bir süre evvel Ermenistan’a yaptığı ziyaretteki tavrı da çok önemliydi. 

Şimdi bir sene evvel bu komutanın göreve gelmesi ile başlayan sürece bir göz atalım.

Geçtiğimiz senenin Ağustos ayının başında, Yunanistan Silahlı Kuvvetleri’ndeki emeklilik ve terfi geleneğine uyulmayarak “İki yılını tamamladı” şeklinde bir gerekçeyle “Şahin”  lâkaplı Genelkurmay Başkanı Dimitrios Grapsas’ın emekliye sevk edilmesi büyük tepki yaratmış, Savunma Bakanı Evangelos Meimarakis; “Bazı Avrupa Birliği ülkeleri ile Türkiye’de de kuvvet komutanlarının değişikliklerini bu dönemde yapıyor. Biz de bu duruma uyum sağlamak istedik.” demişti.

Bunun üzerine; “Komutanları Türkiye Değiştirtti Krizi” Yunan medyasında uzun süre yer buldu. Zira Genelkurmay Başkanı Grapsas’ın emekliliğinin arkasında, 1000 Yunanlı komandonun, Ege’deki küçük adalara sevk edildiklerine ilişkin bir haberin sızdırılmasının yattığı iddiası ortaya atılmıştı. Bir Yunan Haber sitesi olan “Zougla” ise; komandolarla ilgili Türkiye ve ABD’nin üst üste girişimlerde bulunduklarını iddia etmiş ”Şahin” komutanların değişmesini dış güçlere bağlamış, göreve gelen komutanların “Diyalog yanlısı” komutanlar arasından atandığında ısrar etmişti. Aşırı milliyetçi “Laos Partisi” sözcüsü ise daha da ileri giderek yaptığı basın açıklamasında “Yunan Komutanlar Türkiye istediği için değiştirildi.”  söyleminde ısrarcı olmuştu.” 

Savunma ve Dışişleri Konseyi (KYSEA) tarafından emekliye sevk edilen Dimitrios Vulgaris'in yerine “Kara Kuvvetleri Komutanlığı”na, “Askeri İstihbarat Dairesi Komutanlığı”ndan getirilen Korgeneral Frangos Frangoulis; İngilizce, Rusçadan başka iyi düzeyde Türkçe de biliyor. Batı Trakyalı, Gümülcineli bir aileden olan Frangoulis; bir dönem de “Yunan Askeri Ataşesi” olarak Ankara'da görev yapmıştır. Birtakım kaynaklardan atandığı dönemde, Frangoulis için “Düşük profilli, ılımlı ve esnek" benzetmesi yapılsa da Askeri İstihbarat Dairesi Komutanlığı yaptığı dönemde kendisine orduda takılan lakap; “Örümcek General"dir. Yunanistan Kara Kuvvetleri Komutanlığı; tarihinde ilk kez olarak Türkçe bilen bir komutana teslim edilmiştir. Bu “teslim etme” ifadesi de o tarihteki Yunan basınının söylemleridir. Zira burada “teslim etme” tanımı yerine “emanet etme” tanımı daha doğru bir tespit olmalıdır.

Bu komutan şüphesiz ki –kendileri açısından- taşıdığı rütbeye uygun bir askeri gelenekten yola çıkarak rütbelerini ve görevlerini almıştır. Biz bu konuda herhangi bir komplo teorisi üretmeyeceğiz. Fakat şu hususa dikkat çekilmelidir ki komutanın geçmişi –yine onlara göre- son derece mükemmeldir ve –kendi açılarından- bu göreve fevkalade uygundur. Peki, neden göreve geldiğinde bunu “Türkiye istedi” şeklinde bir yaygara koptu? Türkiye istihbaratçı kariyeri bu kadar yüksek olan bir komutanı neden Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı olmasını istesin?

Türkiye; savaş alanında kazandığını masa başında veren olarak tanımlanan bir ülkedir. Yunanistan ise; 100 yıl içinde 3 savaş kaybedip, topraklarını 3 katına çıkarmış Dünya’daki tek ülkedir. Bu aslında takdir edilmesi de gereken bir konudur. Özünde ise “Bizans Entrikaları”ndaki sahip olduğu gelenekten gelen bir kabiliyet olsa gerektir.

Bu bağlamda 12 Adaların Yunanistan’a devredilmesini de anımsayalım. O zaman adaları –bize göre- “düşman” olan İtalya’ya vermektense “bari Yunanistan alsın” diye yaygara koparanlar; tarihteki yerlerinde maalesef duruyorlar. 

Bu günde aynı zihniyette olanlar; 

Turist gelecek, para akacak” diye, 

Büyükada Yetimhanesi ne güzel Çevre Enstitüsü olacak” diye, 

Heybeliada Ruhban Okulu açılırsa ne güzel olur” diye,

 “Patrikhane’nin Ekümenik olmasının kime ne zararı var” diye, 

Çığlık çığlığa bağırıyorlar! Şimdi böyle yaygara eden “kalömşerler” ve “akademitörler” acaba 12 Ada; 1947’de resmen “Yunan toprağı” olurken “Ne güzel bravo! İyi ki adalar Yunan oldu bak düşman İtalya komşumuz olmadı” diye bağıranların “genlerinden” olmasınlar? 

Türkiye ile “sınırdaş”  Yunanistan’la tarihsel geçmişte; bu kadar kan, bu kadar zulüm varken, sınırdaş olmayan bir İtalya’nın bir dönem başındaki faşist liderin döneminde olan ihtilaflarını bu kadar büyüterek esas tehlike olan adaların “Yunan”a devrini nasıl da “sempatikleştirmişlerdi”. Belirtelim ki burada İtalya’nın da savunmasını yapmıyoruz. Fakat adaların devredilmesinin şu anda Yunanistan’ın tam yanı başımızda nasıl bir askeri yığınak yapma olanağı sağladığı da göz önündedir.

Şimdi; resmi bir görevle ve iki günlük ziyaret için Türkiye’ye gelen ve bu arada Rum Patrikhanesi’ne de ziyarette bulunan; Yunanistan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Frangos Frangoulis’in, 24 Ağustos 2010’da gerçekleştirdiği Ermenistan ziyaretini biraz irdeleyelim.
Ermeni Haber Ajansı” ziyaretten evvel verdiği haberinde; “Ermenistan ve Yunanistan istihbarat alanında işbirliği yapacaklar.” demişti.

Bu ziyaret ile ilgili Ermeni Haber Ajansı’nın haberlerinden bazı satır başları şöyledir:
Ermenistan Genel Kurmay Başkanı Yuri Haçaturov; Ermenistan’a çalışma ziyaretinde bulunan Yunanistan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Frangos Frangoulis başkanlığındaki heyeti kabul etti.

Ermenistan Savunma bakanlığından yapılan açıklamaya göre, buluşmada Genelkurmay Başkanı Haçaturov, Ermenistan Silahlı Kuvvetleri’nin yapısına, gerçekleştirilen reformlara, bölgesel askeri-siyasi duruma ilişkin özet bilgi verdi.

Ermenistan Genelkurmay Başkanı ikili askeri işbirliğine ilişkin olarak, Yunanistan’ın Ermenistan’ın stratejik ortaklarından biri olduğunu; iki ülke askeri ve askeri-siyasi bağlarının yüksek düzeyde olduğunu kaydetti.

Yunanistan Kara Kuvvetleri Komutanı başkanlığındaki heyet, Ermenistan Savunma Bakanı Seyran Ohanyan tarafından kabul edildi. Görüşmede Ohanyan iki ülkenin eğitim, askeri sağlık, istihbarat ve barış misyonu alanlarına işbirliğinin önemli olduğunu belirtti.

Avrupa’ya yakınlaşma siyasetinde Yunanistan Ermenistan’ın önde gelen partnerlerinden biri. Bu anlamda işbirliğinin geliştirilmesi; Ermenistan için askeri-siyasi olduğu gibi kültürel ve diğer alanlarda da stratejik önem taşımakta. Ayrıca Yunanistan’la ilişkiler NATO’yla işbirliği çerçevesinde de Ermenistan için önemli.

Yunan heyeti, ziyaret çerçevesinde Ermenistan Savunma bakanlığı Özel Müfrezesi’ni de ziyaret ettiler ve gösteri amaçlı tatbikatlarını izlediler.

Aşağıda tam sıfatını ve web adresini verdiğimiz; “Ermeni Soykırım Müzesi Enstitüsü”nden alınan bilgi ise şöyledir:

The Ermenian Genocide Museum Institude” (National Academy of Sciences of The Republic Of Armenia
 
 “24 Ağustos 2010’te, iki günlük bir ziyaret için Ermenistan’da bulunan Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Frangos Frangoulis; “Tsitsernakaberd Anıtı Ermeni Soykırımı Kompleksi”ni ziyaret etti. Soykırım kurbanları anıtına çelenk koyarak saygı duruşunda bulundu ve anı defterini imzaladıktan sonra Ermeni Soykırımı Müzesi’ni gezdi.”

Türkiye’nin tam iki ucundan, iki ülke! Biri Batımızda Yunanistan, diğeri Doğumuzda Ermenistan... Sınırdaş olmayan iki ülke ve aralarında Askeri ve istihbarat alanları da dâhil olmak üzere anlaşmalar tesis ediyorlar. Yukarıdaki Ermeni Haber Ajansı verilerine dikkat edelim!

Bu kadar yazıyı bir açıdan, gerçekten son derece önemli bir ittifakı gözler önüne sermek için yazdık. 

Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Frangos Frangoulis ve yanındaki heyet 9 Aralık 2010 Perşembe günü,

Yunanlı subaylar; Nikolaos Galeos , Demokritos Zervakis, Dimitrios Bonoras, Christos Vaitsis ise 10 Aralık Cuma günü, Rum Patrikhanesi’ni resmi kıyafetleri ile ziyaret ettiler.


Burada yazılanların hiç biri de sır değil ve gözler önünde. İstihbaratçı kökenli ve Türkçe de bilen bir komutanın “komşu”nun Kara Kuvvetleri’nin başına geçmesinden bize ne?

Komşu”nun, bir yandan bize “iyi komşuluk” göstermeye çalışırken, bu kadar üst düzey bir komutanının askeri kıyafetiyle;  Ermeni Soykırım Anıtı’nı ziyaret etmesi ile ABD’de oylanmaya çalışılan (sözde) “Ermeni Soykırımı” yasası arasında Türkiye’ye “husumet” duyma açısından farkı var mı?

Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Frangos Frangoulis ve ardından içlerinde istihbarat subayları da olan Yunanlı subayların  “resmi kıyafetleri” ile kendi ırkından olan ve kendisini “Dînî Liderimiz” olarak gördükleri “Patrik Bartholomeos”un elini öpmeye gitmiş olmalarından bize ne?

Bu; kendimize yönelttiğimiz sorular bitmez! 

Tarih boyunca var olan “yandaşları”n geninden olup da halen Ruhban Okulu ve Ekümeniklik ile “sahte” olan dostluğa, “var” olan dostluk gözüyle bakanlara şu önemli soruyu sormamız lazım:

Yüksek rütbeli askeri yetkililerimiz, aynı şekilde askeri giysileriyle ve ardı ardına iki gün, Batı Trakya’da Müftülüklere ziyaretler yapsalar, bir ordu komutanımız da gitse ve Müftüye komutanlığın bir plâketini verse; başta Yunan Basını olmak üzere Yunanistan’da ne tepkiler olur?

25 Aralık 2010 Cumartesi

Amerika’daki Yunan Kilisesi’nde Cinsel Çocuk İstismarları ve Yolsuzluk İddiaları ile Rum Patrikhanesi’nin Olaya Müdahalesi

Papazlar ve onların yaptığı cinsel sapkınlıklar hakkında yıllardır çok şey yazılır. Bunu belki de yadsır hale geldik, gazete ve televizyon haberlerinde “sübyancı” papazlar hakkında haberler sürekli çıkar. Peki, papazların çoğu böyle mi, neden papazlar evlenemez? Bu yazımızda; Amerika’dan bize ulaşan, Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı iki metropolitin yaptığı iddia edilen “çocuk istismarı”  ve “yolsuzluk” hakkındaki haber vesilesi ile papazların neden evlenmediği ya da evlenemediğini irdeleyeceğiz.

Hıristiyanlıkta; papazların evlenemeyeceği şeklinde bir gelenek vardır. Bu konuyu evvela Katolik bakış açısından ele alıp, daha sonra da Ortodoks Mezhebi’nde nasıl uygulanmakta olduğunu bakacağız.  Katolik Mezhebi’nde; çeşitli zamanlarda itirazlar da olsa, papazların evlenmemesi için çok katı hükümler var. Papazların evlenmesi için formül arayışı; Papa 16. Benedick döneminde de çok gündemdedir. Zira son günlerde bu cinsel tacizler nedeniyle papalık önemli tazminatlar ödemekle karşı karşıya kalmıştır. 

 

İncil’in hiçbir yerinde papazların evlenmemesi için bir emir ya da söylem yoktur. Hatta İncil; aile ve evlat kavramını çok güzel bir tanımlama ile “ürün” olarak ortaya koymakta ve aile birliği tesis etmenin dolayısı ile ortaya getireceği evladı bu şekilde tanımlamaktadır. Zaten Dünya’da “devinim” olmasını sağlayacak olan tek etken; üreme yani doğurganlıktır ve bu salt insan açısından da değil, tüm canlılar için de geçerli olan bir husustur. İncil’in hiçbir yerinde papazların evlenmemesi için bir emir olmamasına karşın bunun yüzyıllardır bir gelenek ya da doktrin olarak süregelmesindeki en büyük etken ise şüphesiz Hazreti İsa’nın evlenmemiş olmasıdır ve bu Vatikan’ın bu husustaki tek dayanağıdır. 

Buradan yola çıkılarak; farklı zaman dilimlerinde, farklı şekillerde bu konuda Papalık fermanları verilmiştir. Ve hep dayanak olarak İncil’de yer alan mektuplardaki söylemlerden yola çıkılarak hadise başka başka noktalara çekilmiştir. 

Salamisli Efifanyus’un (Epiphanius of Salamis) bir söylemi de (M.S 375) bu yöne çekilenlerdendir. "Her şeyin Kutsal Yazılar’dan elde edilemeyeceğine göre; geleneği de kullanmak gerekir. Kutsal Havariler; bazı şeyleri kutsal yazılarla, bazı şeyleri de gelenekle aktardılar" (Medicine Chest Against All Heresies 61:6) Yitik İncillerden biri olduğu var sayılan, Basilides’e atfedilen bir başka söylem ise şöyledir: "Kilise tarafından korunan inanç temelleri ve mesajların bazılarına yazılı öğretiler vasıtasıyla sahibiz ve diğerlerini bize sırlarla aktarılan havarilerin geleneğinden aldık.” Bu konuda çok fazla örnekleme yapılabilir. Görünen tek ortak payda; ”İncil’de papazlar evlenemez ya da evlenmemelidir” şeklinde bir ifadenin yer almadığı ama kilise çevrelerince savunulduğudur.

Ortodokslukta ise Katoliklikten farklı olarak papazların evlenirler ancak bu farklı bir yöntemle gerçekleşir. Hıristiyanlıkta; ruhban olmayan dini tören yönetemez. Papaz olmak için evvela papaz yardımcılığı ya da yamağı (Dyakos) olmak gerekir. Dyakosluk; dini bir törenle verilir ve papaz adayı ruhban sınıfına dâhil olur. Dyakos; artık kilisede yanında bir papaz olması koşuluyla İncil okuma hakkını elde eder. Bağlı olduğu kilise tarafından “layık” görülünce de papaz sıfatını alır. Bu “layık” ifadesi de öyle sıradan bir söylem değildir ve dyakosluktan patrikliğe kadar giden her rütbe töreninde orada bulunanlarca törenin bir anında yüksek sesle söylenir, birkaç kez tekrarlanır. (Yunanca= Aksios. Slavca= Dostoyen)

Ortodoks papaz adayı; dyakos olmadan evvel evlenmişse ve ancak törenden evvel eşinin rızası yazılı ve sözlü olarak alınmışsa ruhban olabilmektedir. Evli bir papazın alabileceği rütbelerin ise sınırı vardır. Evli olmadan ruhban olan ve artık bir daha evlenemeyecek olan Ortodoks papaz; papazlık rütbelerinden sonra, kurmay sınıfı denebilecek episkoposluk ve metropolitlik rütbelerini ve metropolit rütbesindeki bir papaz da kendi sen sinodunun kararı ile patrik olabilmektedir. Ve son olarak kısaca şöyle de tanımlayalım: Katolik papazlar evlenemez, Ortodoks papazlar ise ruhban olmadan evvel evlenirse papaz olabilir ama kurmay sınıfa yükselemez.

Papazların sapık davranışları; çok eskiye dayansa gerek ki bu husus Kuranı Kerim’de de yer almıştır.  57. Sûre olan“Hadid”de (27) şöyle der: “Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır. “ 

Bu son cümle; “İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.“ gerçekten çok doğru bir tespit olarak ve aşikâr görünmektedir. Papazlıkta; mademki bir anlamda Allah ile kul arasında, dinin gereklerini yerine getirme, dini ritüellerin uygulanması açısından bir görev ve iman eden bireyin dini gereksinimlerine yol gösterici bir mahiyet olması gerekir, o halde papazların “erdemsel” ve “ahlakî” açıdan da yol gösterici olmaları gerekmez mi? 

(Y.N.: Bir Hıristiyan birey olarak 56 yıllık ömrümde ve 15 yıl sürdürdüğüm Bulgar Kiliseleri Vakfı yöneticiliğim esnasında şu hususu çok net tespit ettim ve her fırsatta vurguluyorum: Yobazlık; hangi dinde olursa olsun, günümüz koşullarında yadsınması gereken bir husustur. Bu bağlamda da Hıristiyan yobazlarının, Müslüman yobazlarını “mumla aratacak” kadar çok daha yobaz ve bağnaz olduklarına işaret etmek istiyorum. Sadece yobazlıkla da kalınsa ne âlâ diyeceğim, ama maalesef öyle değil. Prensip gereği kitaplarımda ve yazılarımda “özel”e girmemeye özen gösteriyorum. Yazmadıklarımın ise bende “iğrenme” mertebesinde bir duygu oluşturduğunu da burada vurgulamak isterim.) 

Tabiatın insana bahşettiği ve bunun çok doğal neticesi olan cinsellik; dikkatle bakıldığında daima “yobaz” görüntüde olanların kafalarında, belki de tabu olarak yer aldığından çok kötü ve çirkin sonuçlar ortaya koymaktadır. Kişinin evli ya da bekâr olması, bu konuda tabi ki tek etken değildir ya da yeterli değildir. Ama Hıristiyanlıkta kişinin bir de evlenmesini men ettiyseniz ve bu bir yaşam sürecini kapsayacaksa o zaman ortaya farklı tepkiler çıkması da son derece olasıdır.  Evlenmemiş papazlarda; ya eşcinsellik, ya fazlaca kadın düşkünlüğü ya da çocuk istismarı (pedofilllik) şeklinde ortaya çıkan hadiselerin sayısı, çıkmayanların içinde çok az bir yüzdedir. Vatikan; bu güne değin milyar dolarlarla ifade edilen tazminat bedellerini, ortaya çıkan vakalarda resmi kanallardan ya da el atından vererek bir anlamda sözde “kilisenin saygınlığını” korumaya çalıştı.  

Boston Globe’da yayınlanan bir haberden sonra Vatikan temelden sarsılmıştı. Boston Kardinali Bernard; tutuklamaya ramak kala Boston’dan kaçtı ama mağdurlara verilen tazminatlar; yüz milyon dolarlarla telaffuz edildi. New York Times da deşifre ettiği bir papaz nedeniyle Vatikan’ın çok büyük tazminatlar ödemesine neden oldu. 

Bu genel tabloya şimdi bir de Ortodoks Kilisesi açısından bakalım! Zira şimdi de telaş sırası, Amerika Yunan Kilisesi’nde patlak veren olaylardan dolayı ona bağlı olan Rum Patrikhanesi’nde. Her ne kadar Patrikhane’nin maddi kaynaklarının –ki bunlar Türkiye açısından denetim dışı kalmaktadır- çok fazla olduğu bilinse de son dönemde Patrikhane maddi sıkıntı içinde olup eskisi kadar bol keseden harcama yapamamaktadır. Yunanistan’daki büyük kriz de bağışların/kaynakların eskisi kadar olmaması açısından büyük bir etkendir ve yine aynı bağlamda; Amerikalı zenginlerin de eli eskisi kadar açık değildir. Son dönemde; Patrikhane’nin mülkiyetini, Büyükada Yetimhanesi örneğinde olduğu gibi, üzerine alması olası mülklerin işe yaramayacak olanlarını elden çıkarmaya iştahlı ve bu konuda araştırma içinde bulunduğunu da biliyoruz. 

Tabi ki Yunanistan’ın devlet bütçesinin, Heybeliada Ruhban Okulu, Ekümeniklik gibi temel istekler karşısında; en büyük önceliği Patrikhaneye vereceği şüphesizdir. Ancak, Amerika’da vuku bulan bu son olay büyük bir skandaldır ve böyle bir durumda Yunanistan’ın keseyi açması zordur. 

New Jersey’de bulunan Saint (Aya) İrene (İrini) Chrysovalantou Manastırı sorumlusu Vikentios Malamatenios ve bir başka papaz hakkında başta çocuk istismarı olmak üzere çok büyük iddialar ortaya atıldı. Bu manastırın;1980’lerde başlayan bir süreçle ABD Yasaları’na göre bir şirket gibi yapılandırıldığını elimizdeki 2008 tarihli bir belgeden ve ambleminden anlıyoruz.

Burada görev yapan bir papazın cinsel istismar olayını, Ortodoks Kilisesi içinden çıkmasını pek önemsemeden, yazının başında da belirttiğimiz gibi kanıksayarak geçiştirebilirdik. Fakat burada Fener Rum Patrikhanesi’nin olaya müdahale ediş biçimi ile Amerikan polisi üzerinde Patrikhane’nin görülen etkisi hadiseyi bizim açımızdan önemli kılmıştır. 

Papaz, görevinden alınınca; Etnikos Kiriako Gazetesi’ne beyanat vererek kendini savunan ifadeler kullanmış ki bu Patrikhane’nin emrindeki kişilere karşı en fazla acımasız olduğu bir konudur. Zira Patrikhane ve onun emri altında olan kiliselerde oturmuş bir gelenek vardır. Yetkili sözcüler ya da bir konu için görevlendirilmiş olanlar dışında kimse konuşamaz. Düşünce özgürlüğü kısıtlama altındadır. Vikentios Malamatenios da bu bağlamda gitmiş bir gazeteye beyanat vermiştir. Vikentios Malamatenios özel eşyalarını almak üzere, Chrysovalantou Manastırı’na gelince; karşısında bundan haberdar olarak oraya gelen Amerikan Polisi’ni buldu. Manastır erken saatte polis çemberine alınmıştı ve geçici olarak New Jersey Metropoliti olarak atanan Evangelos da orada bekliyordu. Vikentios; uzun görüşmeden sonra kilisenin içine alında ama makam odasına girmesine izin verilmedi. Kendisi gibi suçlanarak uzaklaştırılan Paisios’tan sonra burada Konya Metropoliti Teoliptos ile birlikte ikinci adam olarak kaldığını vurguladı bu da fayda etmedi. 

Bu nokta da çok önemlidir: Patrikhanece görevlendirilen ve dini yetki bölgesi olarak “Konya Metropolitliği” sanı verilen bir kişiden bahsediliyor. Konya’da görevli bir Rum Metropoliti! 

Geçici olarak görevlendirilen Evangelos’un o esnada Patrikhane Genel Sekreteri Elpidophoros Lambriniyadis’i arayarak ne yapması gerektiğini ve onun da Patriği bilgilendirerek odadan süratle eşyalarını aldıktan sonra manastırdan çıkarılması yönünde talimat aldığı hakkında da bilgimiz var! 

Vikentios; eşyalarını alarak çıktıktan sonra (6 Aralık 2010) Etnikos Kiriako Gazetesi’ne bir beyanat daha vererek şunları söyledi: “Bana güdümlü bir tuzak kurulmuştur. Patriğin bana karşı yaptığı suçlamalar bende hayal kırıklığı yarattı. Karara saygı duymak zorundayım. Ama suçlamalar kabule dilemez boyuttadır. Sorgulama yapılmadan acele karar verilmiştir. Suçsuz bulunursan Patrikhane’nin adaletini istiyorum...” 

Ortada hiç de basit olmayan bir görüntü var! Amerikan Polisi bir olay yerine gitmişse, oraya talimat alarak gitmiştir. Fakat görünüyor ki çark böyle çalışmıyor. ABD Polisi, Patrikhane’ye karşı özel bir tutum içindedir. Okyanus ötesinden gelen bir telefon onun oradan çekilmesine yeterlidir...  “Tamam, bırakın girsin” dendiğinde de polis hemen kenara çekiliyor.

Çok sık tekrarladığımız gibi: Patrikhane’nin ekümenikliğini kabul etmemizin, topraklarımız üzerinde “Ortodoks Halifeliği” kurmakla eşdeğer olduğunu burada bir kez daha vurgulayalım. Ruhban Okulu’nun açılması, Patrikhane’ye “tüzel kişilik” verilmesi ve bir sonraki aşamada da “Ekümenikliğin” kabul edilmesi bize çok pahalıya patlar.

Karşımızda; arkasında ABD desteği olan ve söylemlerinde olduğu gibi dini ihtiyaçların giderilmesi, papaz kadrosunun artması v.s.  taleplerin hiç biri “dînî” maksatla olmayan Rum patrikhanesi var ve Fener Rum Patrikhanesi; tamamen “politize” bir kurumdur... 

24 Aralık 2010 Cuma

15 Aralık 2010 Çarşamba

ŞARAP ÜZERİNE


Şarapla ilgili, internete girildiğinde tarihsel geçmiş hakkında çokça ama farklı bilgiler var. Bu içecek; insanoğlunun fermantasyonu keşfetmesiyle başlayan tarihsel serüveninden itibaren bugün de sofralarımızda yer almakta. Aslında M.Ö. hangi yılda başladığı çok mu önemli diye de sorulur. Zira M.Ö. 3000 ile 5000 arasında bir süreçten bahsediliyor. Bira ile ilgili olarak; Mısır tabletlerinde bilgiler bulunduğu ise çok net bir bilgidir ve bu konuda tespit edilen tarih de M.Ö. 7000’dir. Anlaşılıyor ki Mısır firavunları birayı çok severlermiş.


Burada akla gelen şu soru da var: Fermantasyonu bularak, arpadan bira üreten insanoğlu daha kolay bir yöntem olan üzümle mayalanmayı ve bunun sonucunda şıra ve şarap üretmeyi ne zaman buldu?

Bu noktada daha fazla tarihsel veri ve esas köken hakkındaki son sözü şarap tarihçilerine bırakarak, üzümün yetiştiği her yerde fermantasyonu keşfeden insanoğlunun şarap yapmış olması olasılığından yola çıkarak, “Dünya’nın çok farklı bölgelerinde ve çok farklı cins ve çok farklı tekniklerle şarap üretilmiştir” dememiz; sanırız ki doğru bir tespittir. 


Anadolu Toprakları” da bu doğrultuda şarabın ana vatanlarından birisidir. Antik Yunan, Hitit, Mezopotamya üzerinde gelmiş geçmiş uygarlıklar şarap üretmişlerdir. Nitekim bu konuda çok fazla sayıda arkeolojik bulgular, şarap saklamak için yapılmış amforalar müzelerde çokça mevcut. Bu konuda ülkemizdeki “Tekel” yasasından ötürü şarapçılık; önemli hamlesini çok da eski olmayan son yıllarda yapmıştır. Tabi ki rakı ile kıyaslandığında “Tekel”’den ötürü daha erken “Özgür” olan şarapçılığımız; bu gün Dünya’nın önemli şarap üreticisi ülkelerden geri kalmamaktadır. 

Şarap; bir kültürdür ve Medeniyet Tarihi’nde önemli yeri olan bir üründür. Şarabın üretilmesi kadar da tüketilmesi de bir kültürdür. Gurme gözüyle baktığımızda ise gurmeliğin, et, balık, peynir, zeytin ve zeytinyağı gibi temel besinler arasında Dünya genelinde; global anlamda kabul gören tek içki şaraptır. (Viski, kanyak, bira gibi içki çeşitlerini elbette yadsımıyoruz.) Bu gün Dünya’da şarabın bu kadar yaygın tüketimi olmasında; Hıristiyanlıkta ve kilise ritüellerinde kırmızı şarabın yer alması ve su ekmekle birleşerek ayinlerde sunulan “Komünyon”u teşkil etmesi de büyük bir etki sağlamıştır. 

Hitit metinlerinde; “wiyanna” olarak yer alan şarap, Antik Yunanda “oinos” olarak telaffuz edilmiş, bu gün İngilizcede “wine” denmesinin temeli buradan gelmektedir. Hititlerde şarapçılık o kadar önemli bir iştir ki eski arkeolojik kazılardan yola çıkarak; ülkede “Şarap Başı”lığın (Gal Gestin) çok önemli bir ünvan olduğunu anlıyoruz. Başında şarap salkımı olan heykeller de bu bağlamda o devirde çok ünlü olsalar gerek ki günümüzde arkeolojik azılardan çıkarılmış bu kadar çok eserler bulunmaktadır. 

Mitoloji”de de şarap önemlidir ve Şarap Tanrısı “Diyonisos”tur. Diyonisos’un vatanının Trakya olduğunu da burada anımsatalım. Ve bu bağlamda yaşadığı var sayılan yerlerin; Ege’de Urla, Çeşme ve civarları ile Trakya’da Mürefte ve Gaziköy çevreleri olduğunu da belirtelim. Bu yerlerin tarihte çok önemli bağ ve şarapçılık merkezleri olduğu bir gerçektir. Bu kısa makalemizde şarabın tarihçesi ile ilgili zaman yolculuğuna daha fazla yer ayırmak tabi ki mümkün değil. Ama bu paragrafı; aslında bugün Dünya’da şarap denince akla gelen başta Fransa gibi ülkelerde bir Şarap Tanrısı yaşamadığını ve şarabın Tanrısının bu topraklar üzerinde bulunduğunu belirtmek için yazdık. 

Belki Tekel’den, belki de içkinin dini inanışlara göre haram olmasından ötürüdür ki bugün Fransa ile birlikte anılmıyoruz. Şarap üretimi ile paralel olarak şarap tüketimi de son zamanlarda çoğalmıştır. Ancak; yurdumuzda artık bağcılık ve şarapçılığın çok önemli sektörler olduğunu, bu iş alanlarında çok sayıda insanın ekmek yediğini ve son olarak da yerli üreticilerimizin yiten yıllara inat olsa gerek ki Dünya’nın şarapçılık endüstrilerinde üretim ve kalite olarak hızla tırmandığını gururla ifade edebiliriz. Şarapla sarhoş olanlara ya da ayyaşlara biz “şarapçı” deriz. Ama bu gün Dünya genelinde şarabı sarhoş olma adına tüketenlerin çok az bir yüzde olduğunu de vurgulayalım. Şarap içmek ve tabi  seçmek de gerçekten bir kültürdür. 

Bu yazımızda; şarabın ve üzümün türleri hakkında bir açılım yapmayacağız. Zira bu; başlı başına, hatta bir makalede tamamlanamayacak kadar büyük ya da geniş bir konudur. Ancak şarabın çok kısa olarak; “kırmızı”, “beyaz” ve “pembe” şaraplar olarak renklerine göre üç kategoriye ayrıldığını ve içeriğinde bulunan “şeker” oranına göre ise; “sek” (dry,kuru) “dömi sek” (yarı sek), “yarı tatlı” ve “tatlı” şaraplar olarak da dört kategoriye ayrıldığını belirtmek gereklidir. Tabi bir de şampanya gibi “köpüklü” ve alkol ve şeker oranını yükselterek üretilmiş bazı “özel” şaraplar olduğunu da ayrıca belirtmek gerekiyor. 


Lezzetiniz, sağlığınız ve mutluluğunuz eksik olmasın...

  

Bojidar Çipof   15 Aralık 2010

12 Aralık 2010 Pazar

VERMİYORUM SANA ŞİİRİMİ



Duydum seni!

Bana birkaç mısra yaz dedin?

Hadi bana bir fikir versene

Söyle, mevzusu ne olsun yazılacak satırların?

Çiçekler ve ağaçlar mı yoksa kuşlar mı olsun?

Ya da bülbülden başlayıp meyle mi bitsin?

Bir de mehtapta vuran yakamozlar var…

Genelde mısralar böyle dizilir şairin içinden

Bazen uzakta bir şehir ya da bir sahil beldesi

Halikarnas’a âşık olup kalan da var kaçan da

Ya bir yeri çok sevmiş ya da bahanesidir bu

Aslında sebep belki gözden belki belden gelir

Kimi ince bele vurulur kimi buğulu gözlere…

Birileri, hep bir nedenle yazmış bu güne değin

Akmış dizeler ruhun coşkusuyla alt alta sıralı

Sebep çoktur zira insan da çok bu Dünya’da

Milyar kere insan, milyar kere öykü etmez mi?

Sen demin bana birkaç mısra mı yaz dedin?

Bak bir sözle buradan ne çok mısra çıkarttım!

Ben biliyorum aslında sen ne kuş ne de çiçek,

Ne bülbülün çilesi ne de neyin buğulu sesini,

Hatta yakamozlar altında Adalar sahilini de

İstemiyorsun...

Ben biliyorum ne istediğini ve ne beklediğini!

Ama yapamam, sana ve bana yazamam

Sen ve ben için yazabilmek artık mümkün değil

Yoksa bu son umudun mu?

Mısralardan bir yol mu bulmaktır gayretin?

Artık boşadır bu çabalar zira bende saik yok!

Öylesine tepkisizce dinliyorum seni şu anda

Yüzüme de baksan göremezsin ne var içimde

Gözlerim kısık anlayamasınlar diye içimi

Ama sağ ol çünkü yine de yazdırdın sen bana

Ancak bunlar sana değil!

Vermiyorum sana şiirimi!


Bojidar Çipof
11 Aralık 2010



8 Aralık 2010 Çarşamba

DUVAR (Şiirsel anlatımla bir deneme)


Duvarlar arasındayız, kiminin alçak kiminin yüksek

Ördük onları yıllarca, durmadan usanmadan hep biz

Bazılarımız özellikle bir kişiye, ördü kimimiz herkese

Bazılarımız prensiplerle yaşar, bazılarımız “ne o” der

Kimileri tam anlamıyla “asosyal”dir sokmaz yanına

Kimileri “fazlasosyal”dir kimi ararsan etrafında onun

Aralarında ciddi ama nükteli, ağır ama mizahi olan var

Zevzek ve gayri ciddi, patavatsızlık diz boyu olan da

Klasik ve jazz dinleyenler, Latin de severler tango da

Acılı arabesk sevenler, onların işi zor çeşitlilik çok zira

Siyaseten solda olanlar sağ tarafa örmüşler duvarlarını

Sağda olanlar boş durur mu onlar sola örmüşler aynen

Anlaşamaz mıyız ki kardeşler fikirler farklı olsa ne ki?

Şart mı hemen kalın duvarları yükseltmek etrafımıza?

Bir duvarlardır gidiyoruz anlayacağınız tüm Dünya’da

Eskiden bu işi inşaatçılar yapardı şimdi bu herkesin işi

Bilen de bilmeyen de duvar örüyor biteviye etrafına

Evde yalnız kalır der ki dört duvar arasında sıkıldım

Mahpusa düşer esaret altındayım dört duvar arasında

Bizim beşeri yaşantımızda demek duvarlar çok önemli

Ama bilmen lazım kimi alacaksın duvarlarının arasına

Burada duvar mecazi manada zaten gören yok onları

Çok zaman görmeyenlerin bodoslamadan tosladığı gibi

Tartmadan ölçmeden biçmeden sana yanaşanlarda olur

Sonra vurunca kafayı duvara o zaman görür ne yaptığını

Kimisi eline el değdirmez, örmüştür yükseklerini etrafına

Kimisinde duvarlar patika gibi alçaktır at adımını gir içeri

Herkesin duvarları olmalı ama gerektiği kadar fazla değil

Yüksekliği kalınlığı sana kalmış kendi yaşamının ustası…



Bojidar Çipof

8 Aralık 2010






5 Aralık 2010 Pazar

HAFİFLEŞMELER ÜZERİNE…



Hafif”; çok fazla anlam yüklenebilen bir kelimedir. Ağırlık ölçütü açısından, bir nesnenin ağırlığı ile bağlantılı olarak “hafif” ya da “ağır” kullanılır. Mesela; “Yükte hafif pahada ağır” çok kullanılan bir söylemdir. Kimileri “ağırlığınca para” eder.

Kimileri de “beş para” etmez ya da bazıları için “beş para” etmez.  Dolayısı ile “Hafif”in türevleri azımsanmayacak kadar çeşitlilik arz etmektedir.

Çok cesur olanlara (erkek) “tenasül” organından yola çıkarak “bilmem neresi” için “beş okka” denir.

Bu “beş okka” sanırım Osmanlı’da çok önemli olmalı ki kimse “dört” ya da “altı” okka dememiştir ve bir beş okkadır söylemi süregelir.  Oysaki cesaret okka ile ölçülecekse işimiz var demektir!

Hafif” dendiğinde “hafifmeşrep” insanlar da var. Bunu da okkanın tersine kadın ırkına mal etmişler ve “hayat kadını” tanımlaması ya da fazlaca “ortalarda” olanlar için kullanmışlar. Vallahi tanım çok güzel ama günümüzde bunu erkekler için de söylemek gerekli değil mi? Yani şimdi “hafifmeşrep” olmak için illâ da “hayat kadını” olmak zorunluluğu mu var?

Günümüz koşullarında; insanlar “kıvırtmayı” o kadar iyi becerir oldular ki sanırım bunu “spor” olsun diye yapıyorlar. Maksat bu şekilde de olsa bir anlamda “spor”  yaparak fazla kiloları atmak ve “hafiflemek” olmasın?

Bu söylem şaka tabi ama erkek ya da kadınların “hafifmeşrep” davranarak ve kendilerini “sokakta” göstererek ne kadar “kültürfizik” yaptıkları ya da yapabildikleri tartışmalıdır. Zira genelde çok fazla spor yapma neticesinde gerçekten “sportmen” olanların yanında, “iş olsun niyetine jimnastik” yapanların yüzdesi çok daha yüksek… 

“Hafifmeşrep”likten bu kadar çabuk ayrılmayalım, bunda genel bir kural var o da “sokağa düşmüş” olmak.

Herkes sadece “Facebook”ta mı takılıyor sanıyorsunuz. Ne kadar arkadaş, “partner” sitesi varsa, oralarda da birer profilleri var. Demek ki bu suretle bireysel “çevre” edinimine katkı sağlamak kimilerine göre mümkün görünüyor...  

Bunlara kısaca; “Tenine ten değdirmeden sıfatını sokağa dökenler” de diyebiliriz…

Tabi ki de güzel şehrimizin adını da yüceltmek gerekli ve başında “İstanbul”  olan bu tür sitelerin prestiji daha yüksek oluyor şeklinde rivayetler de var. Buralarda; sokağa çıkmadan da zaten sokakta imiş gibi olunduğundan, “Sokak Kızı İrma”nın Türkçe versiyonu çokça tekrarlanmakta… Yönetmen 1963’te bu filmi (Irma La Douce) çektiğinde bu günleri kestirememiş olsa gerek… 47 sene içinde teknolojide ne sular akmış baksanıza?  Yakında bu işlere o kadar çok rağbet olacak ki artık şehir adları da yetmeyecek ve semt adlarıyla da örneğin “Bakırköy.Net” ya da “Beyoğlu Partner” siteleri çıkacak… Zaten “talep” olunca “arz” da zuhur eder...

Tüm iletişim kanallarında varlık göstererek, skype, telefon, abc, kks, gts, glt (…) Pardon! Ne ki bunlar?  Ama kafa kalmıyor ki arkadaşlar!  O kadar çok var ki bu meretlerden, siz de şaşkınlığımıza verin…

Nerede kaldık? Evet, “şehr-î” arkadaş, partner bulma sitelerinin varlığına; telefon, Facebook ve Skype üçlemesini de dâhil ettikten sonra elde edilen “çokluk” karşısında “şaşkınlığa” uğrayıp “Yahu ben neymişim be?” diye “havaya” girenlerin şaşkınlığı; bir “(…)” olsun da ne olursa olsun babında ve karşıdaki kim olursa olsun “atlayan”ların çokluğu ile “doğru orantılı” olarak katlanmakta…

İçimde nedenini bilmediğim bir hafiflik var.” Bu söylemi de çok farklı manada kullanmak mümkün. Genelde; bir ruhsal açıdan boşlukta olup da ne yaptığını bilmeden, anlamadan, o anda nerede olduğunu dahi fark etmeden olanların çokluğu, bu “hafiflik” de içeren söylemi çok farklı manada söyletiyor.

Burada ünlü yazar “Milan Kundera”ya kızmalı mıyız acaba? Ne işin vardı be Milan? Gittin, “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanı yazdın da bak ne oldu? Durup dururken insanların aklına taktın şu “hafiflik” meselesini. Türetip duruyorlar bir takım sözleri. Bize de “atmak” ve “tutmak” kalıyor…

Ama “Milan Kundera” zaten yalnız değil ki! Yunanlı Filozof “Parmenides” de  “hafifliği” olumlu, “ağırlığı”  olumsuz sayanlardan.

Parmenides” karşıtlarına ise “Milan Kundera” romanında şöyle bir yorum getirmiş: “Yalnız bir sorun var. Hangisi olumlu, ağırlık mı, hafiflik mi?”

Burada bir tek şunda emin olunabilir: “Hafiflik” en fazla “çift” kavramlı olan hatta kavramlar arasında en “gizemli” olanlardandır!

Nietzche”, “Kundera”dan çok önce, her saniyemizin sonsuz kere yinelenmesinden yola çıkarak; sonsuzluğa çivilenmek gibi dehşete düşürecek bir olasılıkla kafaların hafiflenmesini; “Gel de çık işin içinden.” misali bir yöne sokanlardan değil mi?  Sağ ol “Nietzche” senden de ancak bu beklenirdi! Sayende “hafifleşme temayülü”müzün de önü kesildi…

Bu  “hafiflik“ işini öyle yabana atmayın sakın dostlar!

Sıradan olmanın dayanılmaz “hafifliği”…

Gönül huzuru mutluluk ve “hafiflik”…

Bir “hafiflik” ve arınmışlık hali…

Ağlamakla gülmek arası bir “hafiflik” var üstümüzde…

Bilmem kimi eleştirmenin dayanılmaz “hafifliği”…

Ulaşılması mümkün olmayan “hafiflik”…

Yemeğe falanca maddenin kattığı inanılmaz “hafiflik” …

Dur… dur… dur… Bu işin (hafiflik) öyle şakaya gelmediği artık anlaşıldı!

Yanlış bir kavrama mı bulaştık ne? Şimdi nasıl kıvırtarak kaçacağımızın hesabını yapmaya başlayalım!

En iyisi şu mide ile ilgili olandan bir yol aralayıp “toz olmak” gerekiyor.

Yemek deyince bakınız biraz ortalık duruldu ama şu “sıvı yağ” reklamında olduğu gibi fazla “hafiflikten” ya havaya uçar ve “toz” olursak?

Of, bu kavramlar da birbirine öyle bir “kancayı” takmışlar ki en iyisi gerçekten sıvışmak!

Yoksa ne kiloda olursa olunsun “balıketli” dahi olunsa “hafiflikten”  ötürü “toz olup uçmak” kaderdendir. Bir yere savrula gelmesin kişi tekrar “Hafif-î Alî” olamıyor “vesselâm”…


Bojidar Çipof  5 Aralık 2010