23 Ekim 2010 Cumartesi

TÜRK VATANDAŞI YAPILAN RUM PAPAZLARI


13 Rum papazı geçtiğimiz hafta gizlice Türk vatandaşı yapıldı. Bu yönde Rum Patrikhanesi’nin yoğun çabaları ve uluslararası çevrelerden baskılar zaten yıllardır yapılmaktaydı. Pozitif açıdan yaklaşıldığında belki birkaç papazın vatandaş yapılması ile Heybeliada Ruhban Okulu açılması için yapılan baskıların hafiflemesi olasıdır. Ancak geçmişte de yaşanan bir süreç vardır. Patrik Athenagoras döneminde bu tür isteklerle bir kez vatandaş yapılan papazların ardından arkası kesilmeyen başka vatandaşlık talepleri olmuştu. Aşağıda bu papazların adları ve görev yerleri bulunmaktadır. Listede; Çanakkale  ve isparta gibi Rumluğun esamesi kalmamış yerlere tayin edilmiş metropolit bulunmaktadır. Bir başka çalışmamızda Anadolu toprakları üzerinde bu tür sanal (Örneğin; Sivas Metropoliti) makamlarla ilgili bilgiler paylaşılacaktır. Vatandaş yapılanların listesi aşağıdadır.

1- İtalya Meropoliti Tsambios Zervos (Ruhani adı: Gennadios),

2- Çanakkale (Dardanelion) Metropoliti  Nikitas Lioulias,

3- İsparta (Psidia) Metropoliti Sotirios Trampas,

4- Milet (Militu) Metropoliti Panagitis Voulgaris (Ruhani adı: Apostolos),

5- Buenos Aires ve Güney Amerika Metropoliti Panagiotis Antonopoulos (Ruhani adı: Tarasios),

6- Yeni Zelanda Metropoliti Adamantios Tsoukos (Ruhani adı: Amphilohios),


On İki Adalar Metropoliti bünyesi içinden vatandaş olanlar: 

7- Simi Metropoliti Ioannis Dimitriadis (Ruhani adı: Hrisostomos),

8- Karpathu (Karpat) ve Kasu Metropoliti Georgios Panagiotidis (Ruhani adı: Ambrosios),

9- Kos (İstanköy) Metropoliti Filippos Diakopanagiotis (Ruhani adı: Nathanail),

Girit Başpiskoposluğu bünyesi içinden vatandaş olanlar: 

10- Arkolohori-Kastelli Metropoliti Stavros nanakis (Ruhani adı: Andreas),

11- Kisamu ve Selinis Metropoliti Antonios Andronikakis (Ruhani adı: Amfilohios),

12- Petra ve Herronisu Metropoliti Konstantinos Papadakis (Ruhani adı: Nektarios),

13- İerapitnis ve Sitia Metropoliti Michael Politis (Ruhani adı: Evgenioıs). 

1948 ile 1972 yılları arasında Patrik olan Athenagoras döneminde; başta Rum Cemaati’nin papaz ihtiyacının karşılanması diye başlayan, ancak bıktırıcı bir şekilde T.C. yapılmak istenen papaz listesinin sürekli kabarması ile Türkiye’nin çok zor durumda kaldığı hadiseler yaşanmıştı. Şimdi de vatandaş yapılmak istenenlerin 17 kişi ile sınırlı kalmayacağı, bu yol bu şekilde açılırsa bunun sadece başlangıç olacağı ve daha çok sayıda papazın vatandaşlığa alınması talepleri ile karşı karşıya kalınacağı yönünde endişeler vardır.

Bu çalışmamızın devamında; o dönemde vatandaşlığa alınan ancak daha sonra Türkiye’nin başına bela olan iki Rum papazı ile ilgili gelişmeleri inceleyeceğiz. Tarih tekerrürden ibarettir düşüncesi ile umarız ki bu tür gelişmeler yaşanmaz.

Türk Düşmanı iki Rum Metropolitinin 1964’de Kovulması

Emilyanos dini lakaplı, Zagropulos Hristofulos ve Yakovos dini lakaplı Papayuanu Canavaris 1964 yılında; Türkiye aleyhine zararlı faaliyetleri görüldüğü için vatandaşlıktan çıkarılarak evvela, vatansız ilan edildiler ve vatansız pasa­portu (Haymatloz) verilerek Vatandaşlık Kanunu'nun 11. Maddesine göre sınır dışı edildiler. 

Bu madde şöyledir: “Türk vatandaşlığına kabul edilmiş olan sabık ecnebilerden, Tür­kiye Cumhuriyeti'nin dâhili ve harici emniyetini mugayir harekâta tasaddi edenler. İcra Vekilleri Heyeti kararı ile Türk vatandaşlığından çıkartılabilirler.” 

Metropolit Emilyanos (Zagrapulos Hristofulos )  

1912’de (ya da 1915?) Heybeliada'da doğan Emilyanos Türk vatandaşlığını al­madan büyüdü ve Heybeliada'da bulunan Rum Ruhban Okulu'nda Yu­nan uyruklu öğrenci olarak eğitim gördü. 1936 yılında mezun oldu ve Fener Rum Patrikhanesi'nde pa­paz olarak çalışmaya başladı. Patriğin gözüne giren Emilyanos'u kısa bir süre sonra Patrik vekili yapmak isteyen Athenagoras; 1949 yılında Bakanlar Kurulu'na başvurarak Emilyanos'un T.C vatandaşı olmasını istedi. Bakanlar Kurulu'nun 1951 yılında aldığı bir kararla Emilyanos. Vatandaşlığa alındı. Milliyet Gazetesi'ne aşağıdaki beyanatı veren bir yetkili, Emilya­nos'un zararlı faaliyetlerini şöyle açıklamıştır:

1- Yunanlılık amilini İstanbul Rumları arasına yaymak, Türk kanunlarına aykırı davranışları tahrik ve teşvik etmek.

2- Türkiye aleyhine filmleri okullara, kiliselere dağıtmak.

3- Rum Patrikhanesi'nin mevcut statüsü icabı, münhasıran ruha­ni işlerle uğraşması gerekirken, dünya işleriyle uğraşmak ve Türk düşmanlığım telkin etmek. [1] 

12 Nisan l964 tarihinde; İçişleri bakanı Orhan Öztrak, Patrik Ve­kili Emilyanos'un vatandaşlıktan çıkarılacağını doğruladı. Bakan; Emilyanos'un gerek ülke içinde, gerekse ülke dışındaki tutumunun artık Türk vatandaşı olarak kalmasına imkân vermediğini açık­ladı ve bu konudaki kararnamenin hazır olduğunu belirtti. “Tabii itaat ederim.” 17 Nisan 1964 tarihli Resmi Gazete'de bu iki kişinin vatan­daşlıktan atılmaları ile ilgili bir kararname yayınlandı. Bu arada, İçişleri Bakanlığı da “... Taşıdıkları dini kisveye sadık ve layık bir şekilde kanun­lara uygun hareket eden din adamları, ruhani vazifelerine her zaman olduğu gibi devam edeceklerdir.” diye bir bildiri yayınladı. [2]

 Metropolit Yakovos (Yorgi Papayuanu Canavaris) 

1920 yılında Yunanistan'da doğan Yakovas, 1941 yılında Yuna­nistan Alman işgaline uğradığı zaman Türkiye'ye sığınmış ve eğitimini Heybeliada Rum Ruhban Okulu’nda yapmıştır. Athenagoras; kendisine yakın çevrelerin de tavsiyeleri üzerine bu genç papa­zı kollamaya başladı. Kısa süre sonra başvuran Athe­nagoras, Yakovas'ın da Türk Vatandaşlığına kabulünü istedi ve 1951 yı­lında Yakovas Türk vatandaşlığına alındı. Yakovos; vatandaşlığı kabulünden itibaren geçen 13 sene içinde Türkiye ve Kıbrıs aleyhine çeşitli faaliyetlerde bulunmuştur. Yakovas; sınır dışı edildiği 21 Nisan 1964'te kadar da bu faaliyetlerine devam etti.[3]


Sınır Dışı Edilecek İki Rum Metropoliti İçin Yunanistan'ın Tepkisi 

Metropolit Yakovos'un da Emilyanos gibi ülke dışında siyasi faa­liyetlerde bulunduğu ve Türkiye aleyhine hazırlanan propagandalarda görev aldığı tespit edilmiş bulunduğundan, Emilyanos ile beraber sınır dışı edilmesi kararı alınmıştı. Bu arada bazı Rum okullarında, ruhani­lerin vakitli vakitsiz ziyaretler yaparak filimler oynattıkları ve temel eğitim yerine dini eğitime ağırlık verildiği de ortaya çıkmıştı. Zaten, Athenagoras'ın, o tarihte hasta ve Heybeliada Rum Ruhban Okulu'nda yatmakta olması sebebiyle patrikhanenin tüm idaresi Emilyanos'un eline geçmişti.[4]

 

21 Nisan tarihli gazetelerde; “Bunlara hiç bir ülke vize vermiyor. Her iki papaz vatansız ilan edildi.” diye haberler çıktı.[5] Özellikle de Yunanistan'ın vize vermediği be­lirtildi.[6] Yunanistan'ın vize vermemesinde tabi ki bir kasıt vardı. Yu­nan Dışişleri Bakanı Stavros Kostopulos, bu sınır dışı edilmeler ile il­gili olarak Lozan Anlaşması'nı imza eden ülkelere bir protesto notası gönde­rerek  İstanbul Ortodoks Patrikhanesi statüsü ile ilgili olanları ihlal etmek ile suçladı.[7] Lo­zan Anlaşması hükümleri içinde İstanbul Ortodoks Patrikhanesi ile il­gili hiç bir hüküm yoktur. İstanbul'da, Fener Rum Patrikhanesi vardır, bu yer ile ilgili olarak da Lo­zan'da yapılan görüşmelerde bazı kayıtlar bulunmakta fakat karar ve imza altına alınmış hiç bir maddede Fener Rum Patrikhanesi'nin adı geçmemektedir. Bahsi geçen protestoda; “Her şey, İstanbul'daki Ortodoks Patrikhanesi'nin tamamıyla tasfiyesini amaç edinen bir Türk planı karşısında olduğumuzu gösteriyor. Türkiye'den çıkartılmasına karar verilen iki metro­politten başka, dört metropolit daha aynı akıbetle karşı karşıyadır. Hatta patrik bile aynı muamele ile karşılaşabilir. Çünkü o da bu met­ropolitler gibi Yunan asıllı Türk vatandaşıdır. Yunan Hükümeti, Tür­kiye'den sınır dışı edilecek metropolitlere pasaport vermeyi reddet­miştir, çünkü Yunan Hükümeti hiç bir vakit Türk Hükümetinin keyfi davranışlarını meşrulaştırmak niyetinde değildir.” Denilmiştir.[8]

İngiliz Başkonsolosluğu ile de temas eden bu zararlı ikiliye, İngi­liz Başkonsolosluğu yetkilileri de vize vermeyerek: “İngiliz Başkonsolosluğu. Bu iki metropolite halen vatansız oldukları için vize verme­miştir. Bunun için İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na başvurmaları gere­kir.” demişlerdir.[9] Amerika Birleşik Devletleri Başkonsolosluğu'na mensup bir yetkili ise “Emilyanos'un, Başkonsolosluğa geldiğini fakat vize için müracaat etmediğini” bildirdi. Fransa Başkonsolosluğu'na da başvurdukları sanılan bu ikilinin vize meselesini 21 Nisan 1964 gününe kadar halledemedikleri takdirde, ya mülteci kampına alınmala­rı ya da o gece hudut dışı edilmeleri kararlaştırıldı.[10]

Amerika dışında hiç bir ülkenin vize vermediği bu iki metropolit, 21 Nisan 1964 günü, iki aylık Amerika vizesi alarak uçakla New York'a hareket ettiler. Kendilerine, hudut dışı edilirken, özel durumlarda kullanılan “Ecnebilere ait Türk pasaportu” verilmiştir. Bu pasaport, Türkiye hudutlarını terk ettikten sonra geçerliliğini yitir­mektedir.[11] 

Emilyanos, bir süre sonra Belçika'ya metropolit oldu. Daha sonra da Kos Metropoliti oldu. Yakovos, Amerika'dan sonra Avrupa'ya geldi. 3 Aralık 1971 tarihinde Almanya'da öldü.[12] 

Batı Trakya’daki Müftülere ve Türklere yapılan baskıları göz önüne alarak, Batı Trakya Türkleri ve Müftülükler ile Rum Cemaati ve Rum Patrikhanesi’nin edinimlerinin “mütekabiliyet” esaslarına ne kadar uyduğu/uymadığına da dikkat ederek şu sözleri söylemek durumundayız: Umarız tarih tekerrür etmez ve vatandaş yapılmış Rum Papazların derdi ile uğraşmak zorunda kalınmaz…

-------------------------- 

[1]   14 Nisan 1964 Milliyet

[2]   18 Nisan 1964 Milliyet

[3]   l Ağustos 1976 Hürriyet

[4]  13 Nisan 1964 Milliyet

[5]   21 Nisan 1964 Milliyet

[6]   21 Nisan 1964 Cumhuriyet

[7]  21 Nisan 1964 Milliyet - 21Nisan Cumhuriyet

[8]  21 Nisan 1964 Milliyet

[9]  21 Nisan 1964 Milliyet

[10]  21 Nisan 1964 Milliyet

[11]  22 Nisan 1964 Milliyet

[12]  Bu bölümde bahsi geçen Yakovos'u; uzun yıllar Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu iken 29 Temmuz 1996'da istifa eden, meşhur Türk düşmanı Yakovos ile karıştırmamak lazımdır.

21 Ekim 2010 Perşembe

BOJİDAR ÇİPOF 20 EKİM 2010 BENGÜTÜRK TV (GÜN ORTASI) BÖL. 2



BOLÜM 2: Bojidar Çipof; 20 Ekim 2010'da Bengütürk TV'de (Gün Ortası Programı) Türk vatandaşı yapılan 13 yabancı uyruklu ve Yunan asıllı papaz ile Rum Patrikhanesi'nin faaliyetleri ile ilgili görüşlerini açıklıyor.

BOJİDAR ÇİPOF 20 EKİM 2010 BENGÜTÜRK TV (GÜN ORTASI) BÖL. 1



BOLÜM 1: Bojidar Çipof; 20 Ekim 2010'da Bengütürk TV'de (Gün Ortası Programı) Türk vatandaşı yapılan 13 yabancı uyruklu ve Yunan asıllı papaz ile Rum Patrikhanesi'nin faaliyetleri ile ilgili görüşlerini açıklıyor.

18 Ekim 2010 Pazartesi

AĞAÇKAKAN ile KAKAN ve KAKILANLAR HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

  
Bir ağaçkakan “kakmak” üzere çıktığı ağacın üzerinde, yaşadığı hayatın zorlukları ve ne kadar boş bir yaşam sürdürdüğünü düşünüyordu…

Sabah tünediği yerden kalkacak ve dere kenarında sabah banyosu yapacak, içtiği birkaç yudum sudan sonra; görev yerine, yani “kakılacak” ağacın üzerine gidecekti.

Tabi ki bu işi yani eylemi yapmak için iki faktör olmalıydı ve bu iki faktör de “kakan” yani kendisi ve bir de “kakılan” yani kakılacak ağaç gerekliydi.

Bu koşullar tamdı ve eylem tam ve mükemmel bir şekilde yapılmaya hazırdı. Ağaçkakan da öyle yaptı ve “kakacağı” ağaca doğru yumuşak bir uçuşa geçti. Biz onu ağacı kakması için biraz rahat bırakıyoruz…

Kakan”lar; sadece hayvan türlerinden olan bu kuş değil tabi ki… İnsanlar arasında da, amatör, profesyonel ve yarı profesyonel “kakıcılar” genel insan nüfusu arasında pek de az olmayan bir yüzdededirler…

Bu insan “kakıcılar” kendi aralarında, genel olarak ikiye ayrılırlar.

1= Bulduğu herkesi “kakanlar”.

2= Çok sevdikleri ile seviyorum dediklerini ya da sever görünüp aslında hiç sevmediklerini “kakanlar”.

Şık 1.’deki bulduğu herkesi “kakanlar” aslında o kadar önemli değildir zira “kakılmak” istemeyenlerin ortamdan sesli ya da sessizce ayrılmaları mümkündür. Bu tür “kakıcılar”; kendi aralarında kimse ile geçinemeyenler, aksiler, kötüler, belalılar ve kıllar v.d. olarak tasnif edilebilirler.

Şık 2.’deki klasmanda olan “kakıcılar”ın ise; sevgi kavramının çok geniş bir yelpazede olması sebebiyle, daha fazla alt seçenekle irdelenmesi gerekir.

Ebeveynlerinin kendisine yaptığı her hareketi ve aldığı ya da alamadığı her ne ise bir sorun haline getiren ve ona rağmen şımartılmaya devam eden velet, ergen, genç hatta erişkin bireyler vardır. Bunlar; ana ve babasının başına her şeyi “kakar” dururlar.

Bunun bir de tersi var tabi ki… Ne yaparsa yapsın ebeveynlerine yaranamayan, yaptığı her hareket başına  “kakılan” ve bu “kakma” eylemi ile doğru orantılı olarak yaşamlarını, farkında olmadıkları bazı travmalarla sürdüren “kakılmışlar”…

İş hayatında da ne yaparsan yap yaranılmayan, elinle kuş tutsan seni takdir etmeyen, ama hele bir hata yap, o zaman adeta kafa derisi avcısı Kızılderili misali üstüne gelen işveren ya da amir, müdür sıfatlı “kakıcılar”ın da burada hakkını vermeliyiz.

Bunun tersi de yok mu? Elbette var! Evinde bulamadığı yemeği, başka bir işte sağlamayacağı sosyal imkânları bulduğu halde devamlı patron, amir ve müdürün “arkasından kakma” işini alışkanlık edinenler.

Bu tür kişiler; bu “arkadan kakma”  eylemlerini, kendi arkadaşları arasında “kakadururlar”. Bunları “riyakâr kakıcılar” olarak da tasnif edebiliriz.

Kendilerine göre, Dünya’nın en kötü patron amir ve müdürlerini karşılarında gördükleri esnada ise en profesyonel askeri birliklerde görülmesi bile mümkün olmayan militarik bir selamla karşılık verirler. Burada “kakma” işlemi;  yerini “yağlama” şeklinde tezahür eder…

Okulda; ne yaparsan yap, ne kadar çalışırsan çalış, ne kadar ödev yaparsan yap yaranamadığın dolayısı ile not alamadığın ve de azar işittiğin öğretmen “kakıcılar” ile bunun tersi olarak; ağzıyla kuş tutsa öğrenciye yaranamadığı için arkasından tüm “kakma” işlemlerinin ve “kötüleme” eylemlerinin yapıldığı öğretmenler de azımsanamaz.

Bu tür örneklemeler çok daha fazla yapılabilir. Ancak zamanın darlığını göz önüne alarak ve bize ayrılmış süreyi doldurmadan önce “sevgisel kakma” eylemleri üzerinde duracağız!

Adam ya da kadın, nasıl durursa dursun, ne yaparsa yapsın, genellikle akşam yemeğinden önce, bazen de Pazar günü yataktan kalkıştan hemen sonra, kaderlerinde olan “kakma” eylemi başlar. Her tür davranış karşısında, bazen maddi bir eskizsizlik, bazı hallerde cinsel doyumsuzluk ya da performanssal bir acizlik durumunda, çok zaman kıskançlık ve yine zaman kısıtlaması nedeniyle v.d. olarak geçiştirdiğimiz çok daha fazla husustan ötürü “kakma”  eylemi yapılır. Kimileri bu konuda o kadar becerilidir ki hani yakalarına “itina ile kakılır” yazılsa hiç de abartı olmaz!

Madalyonda iki taraf olduğundan (öyle derler)  diğer tarafa da geçip bir de oradan baktığımızda; kişiye su soruyu sorma gereği hâsıl olur:

Be arkadaş! Neden kendini bu kadar kaktırıyorsun?

Bu; ancak çok göreceli bir şekilde cevaplarla mümkün olan bir durumdur ve bunun da şıkları vardır.

Kişi deli gibi âşıktır ve devamlı susma hakkını kullanarak kendini “kaktırır” durur. Bu durumda diyecek bir şey kalmamıştır. Zira kişi artık müptezel (daha eski deyimle=iptizal) konumdadır ve selametin onun yanında olmasını dilemekten başka bir şey elden gelmez.

(Burada kullanılan “müptezel” kelimesinin genelde azmış/kudurmuş anlamında kullanılması; kelimenin tam olarak o anlama geldiğini göstermez ve en kolay/kolaycı iş olan arama motorlarına bakmak sizi bilgilendirecektir! )

İlişkilerde tanımı ne olursa olsun sevgi ya da aşk, evlilik ya da birlikte yaşam; saygının en önemli unsur olduğundan yola çıkılarak, bazı değer yargılarını anımsamak ve kendi kafamıza, kendimiz “kakmak”; belki Ocak ayında denize girmekten daha etkili bir soğuk duş etkisi yapacaktır. 

Ve bu suretle, yazının başındaki 1. Klasmana geçme durumu zuhur edecek, kişi mahalden “kakılmadan” ayrılabilecektir. Bu şekilde davranma; en tavsiye edilen ve sonucu tam ve eksizsiz olan bir tepki/etkidir…

Ama çok kez bu yapılmamaktadır. Deli gibi seven, çok seviyorum diyen ama karşıdakinin parasını seven, yine çok seviyorum diye aslında gücü sevenlerin çok olduğu çağımızda her edinimin bir bedeli vardır ve ne yazık ki bu bedel de “kakılma katsayısı” ile tespit edilmektedir.

Çok kez burada “kakıcı” görevinde olan kişi; “kakabileceğini” ve istediğini her zaman alabileceğini sezdiği an durum çok vahim bir safhaya girmiştir. Zira burada “kakıcı” olarak tanımladığımız zat ya da zat-ı muhterem, ne kadar “kakarsa kaksın” bu “kakma” işleminin sürekliğinde, bitmesinde bir endişe taşımamaya başlar.

Kakma” yapanın yanına kar kalmaktadır! Ortaya “Marquis de Sade” (kısaca Marki de Sad olarak okunur) tarafından Dünya’mıza kazandırılan “sadizm” duygusu da çıkmıştır ve “kakan”; gereken tepkiyi almazsa, “kakmaya” sadistçe ve sürekli devam eder.

Hatta bu “kakıcılar”; bazen hızlarını alamaz ve bu “kakma” işine kendilerini öyle bir kaptırırlar ki devran tersine döner ve sıkıntıdan “Kurdeşen” dökerler.

Bu klasmandakiler; çevrelerini kahreder ama kendileri kahrolmuş modunda “Show” yapmakta üstlerine olmayanlardır! Hatta bazen kendi kendilerine reva gördükleri “monolog tarzı kakma” ya da “kahrolma” sonucundaki sıkıntıdan ötürü “zona” çıkarttıkları dahi görülür… (Zona Latince: Herpes Zoster. Virüsü: Varicella Zoster)

Tabi bu kadar “kakan”la uğraşır durursak, yazımızın başlangıcında olan “ağaçkakan”ı unutmuş ve zavallı “kakılanlar” için ağıt yakmaya başlamış oluruz. Ağaçkakan; (Latince=Picus) ağaçkakangiller familyasındandır. Ağaçları gagalamakla, insanların birbirlerine yaptığı gibi kişisel bir “kakma “ niyetleri yoktur.

Bu çok güzel renklerde doğada bulunan kuş türünün, gagalama ya da “kakma” işi ile iştigal etmesindeki tek ve masum amaç; ağaç kabuğundaki böcek, tırtıl türü haşaratı yemek ve sadece karnını doyurmaktır.

Bu işlemi yaparken de ağaca sık sık vurarak bir anlamda böcek avcılığı yapmakta ve nerede olduklarını bu şekilde tespit etmektedir.

Bu güzel kuşun Dünya insanlarının birbirine hep yaptığı “kakma” işi ile hiçbir alakası olmadığı bilimsel yöntemlerle kanıtlanmıştır.

Ağaçkakan; suçsuzdur


Bojidar Çipof
18 Ekim 2010 

4 Ekim 2010 Pazartesi

TOPRAKTAN İNTERNETE (Sosyal Medyanın Müritleri)



Bu yazı; Facebook'u örnekleme yaparak, internet üzerine yazılmış eleştirel bir "deneme"dir.

Temel dört element: Ateş, Hava, Su ve topraktır.

Latince; Ignıs [Ateş], Aer [Hava], Aqua [Su] ve Terra [Toprak]

Dört elementin hiç biri, bir diğerinden daha önemsiz değildir ama toprağın; salt element olma özelliğinden öte insanlar üzerinde duygusal bir özelliği de vardır.

Bu bağlamda toprak; anadır, umuttur, aşktır, sevgidir ve daha birçok anlamdır… Çok farklı iş mensupları; topraktan çok farklı beklentilerde olurlar. Başta çiftçiler olmak üzere toprağa verdiği nimetlerden dolayı bir kesim “ana” derken, örneğin bir doğasever ya da bir şair yine toprağa “ana” der ama bu tanımı başka bir anlam yükleyerek ifade eder. Verimliliği ifade etme adına yapılan “ana” vurgusu; tanımlama adına yapılırken, ortaya duygular ve özellikle de en geniş kavram olan “sevgi” konuyorsa, bu kez de “tanımlama” yerine “betimleme” denmesi gerekecektir.

Duygular sonsuzdur! Nihai nokta konulamaz…

Hedef hiçbir zaman kesin değildir. Biraz daha, biraz daha… Aşk da sevgi de aynıdır. Daha çok, daha çok… Hele para kazanma güdüsü, ihtiras ve buraya yazılabilecek birçok kavram daha…

Kesinlik olmadığında, hedefi netleştirerek ortaya koymak zordur. Uzakta, elin değmediği yer ya da yerlerde, devamlı uzanma, zıplama ve bir türlü o noktaya varamama…

Biraz da “doyumsuzluk” nitelemesi sanki buraya girebilir. Hani “o” şarkıyı her prova edişinde orkestraya kan kusturan, bir türlü tatmin olamayan ve her söyleyişinde aslında kendi eksikliğini etrafındakilere eziyet ederek gizlemeye çalışan “ünlü”lüğü sindirememiş “ünlü” bir şarkıcı…

Tanımlamada; bilinen bazı değerler göz önüne alınarak bir tespit ve tespit edilen nesne ya da olguya, bilimsellik de işin içine girerek bir “ad” verilir. Betimlemede netlik yoktur. Bir şeyi göz önüne alarak yapılan bir tasvir vardır. Bu bağlamda; göz önünde canlanacak bir şekilde, söz ya da yazıyla anlatma söz konusudur.

Bize tabiatın sunduğu en büyük nimetlerden olan “Dört Element”ten biri olan toprak; yukarıda farklı cümlelerle ortaya konan “toprak” olma özelliğinin ötesinde çoğu zaman bize  “sevgi”yi betimlemek için de kullanılır. Toprak; bu anlamda sevgidir, aşktır, aşkı yeşertendir, fidanı büyütendir. En geniş felsefi kavram olan “sevgi”nin göreli, göreceli, bağıl, bağıntılı her türlü ortaya konan şeklinde, o ifadenin içinde olabilir. Çok farklı anlamlar yüklenerek söylenir yazılır ve o tür tümcelerin içinde kullanılan “toprak” gerçekten çok farklı düşün tasvirlerini betimler…

Betimsel olarak neyi tasvir ettiğiniz, tamamen sizin “düşünme özgürlüğü”nüz çerçevesindedir. Düşünceye kısaca; “düşünmenin ürünü olan görüş ya da ortaya konuş” diyebiliriz.  Bu durumda bir düşünceniz oluşmuşsa; buna düşünmenin söylemsel boyuta geçişi ya da düşünmenin eylemsel tepkisi dememiz gereklidir.

Neyi nasıl düşündüğünüz sizin iç dünyanızdır ve buna hiç kimse müdahale edemez. Etrafınızdaki size en yakın birinin, size içinden neler dediğini ya da sizin için neler hissettiğini bilemezsiniz.

Bu; kadın erkek ilişkilerinde daha da zor bir durumdur. Etrafınızdaki en yakın “arkadaşınız”. “kankanız”, "o sizin ablanız ya da ağabeyiniz” ve diğer tanımlamalara uyan erkek ya da kadın kişiler, beklemediğiniz bir anda, size doğru öyle bir adım atar ki size kendinizi çok kötü hissettirir…

Tepki, verilir ve en yakın arkadaş, en kötü kişi olur. Zira genelde bu adımı atan ve dersini alan sonra çirkinleşir ve baş ağrısı yaratır. Sadece “baş ağrısı” ile kalınmaz bir de yiten dostluk adına “iç ağrısı” olur.

Şimdi ne alaka dört element, sonra bunlardan toprak ve sevgi betimlemesi... Bu yazıya bir şekilde girdik ve bu işi bir yerlere vardırıp çözeceğiz…

Ama farkındayım ki hayli karışık bir yazıdır gidiyor… Devam… Her şey sonunda toparlanır! Ama pozitif, ama negatif anlamda… Mutlaka toparlanır…

Betimsel bir tasvir olarak; bir zamanlar toprağa bakan bir köylünün, bu toprak içinden çıkan demir ve bakır ile silikonun da katılmasıyla, ortaya adına “bilgisayar” denen bir alet üretileceğini ve bunun içine odalar, apartmanlar dolusu kâğıtlara sığmayacak kadar yazı ve diğer bilgilerin depolanabileceğini düşünmesi/düşünmüş olması ihtimal dâhilinde değildir.

Bilgisayar denen şu makinenin, zamanla (evvela askeri istihbarat amacıyla oluşan ) sahibi belli olmayan ve Dünya’nın her tarafındaki kişilerle halen anlık iletişim sağlayan adı “internet” olan adeta bir canlı organizma yaratacağı da düşünülmemişti!

Bilgisayar da birçok nimet gibi “toprak”tan çıktı ve hala çıkıyor da… Topraktan çıkan madenlerle yapılan bilgisayar, artık bir kurgubilim filmi gibi Dünya’ya egemen bir organizmayı “internet”i doğurdu…

Toprak Ana’dan olma Bilgisayar’dan doğma İnternet…

Bu; adeta canlı bir organizma gibi Dünya’yı sararken bizi de sardı. Artık kişi iletişimleri ağ üzerinden oluyor. Psikolojik anlamda herkes bağımlı…

Türkiye Facebook’ta üye sayısı olarak 4. Ülke sıralamasında. Ülke nüfusunun üçte biri, yani sokaktaki her üç kişiden birinin Facebook üyeliği var. Kırsal kesimlerdeki vatandaşların bu olanaklara sahip olmadıklarını göz önüne alırsak; büyük şehirlerde bu oranın daha da arttığını ve yarı yarıya " Facebook" üyesi olduğunu düşünebiliriz.

Peki, sadece Facebook mu? Elbette ki değil! Daha birçok sosyal paylaşım siteleri var. Twitter, Yahoo, Gmail ve Skype’ı gibi chat adreslerini unutmayalım. Ayrıca arkadaş ve partner bulma siteleri de var. Herkes bir yerlerde, herkesle iletişim halinde... Tenine yıllardır parmak değmemiş insanlar, biri ile sevgili ilişkisi olan, hatta eşi olan  evli insanlar; bu topraktan çıkan makine vasıtasıyla oluşan organizmadan yani internetten “nasibi”ni bir şekilde alıyor.

Burada “nasip” bir betimlemedir ve ne kadar nasiplenilebileceği hususu da sizin “tasvir” kapasitenizle doğru orantılıdır. Hele bir de “ben bilgisayarla üç ay, altı ay evvel tanıştım” diyenler var ya. Aman işte onlara dikkat! Erkek ya da kadın olmaları hiç önemli değildir. Bu “geç tanışanlar” nedense genelde “cin olmadan, çarpmaya kalkışanlar” oluyor.

İnternet sadece ilişki, arkadaş, partner bulma aracı değildir ki...

İnternet doğru anlamda gerçekten bir hayattır. İştir hatta aştır. Topraktan gelen nimet misalidir.

Artık Amerika’da “sanal aldatma” boşanma sebebi sayılıyor. Kimse kimseye güvenmiyor! Herkes kuşkucu, herkes takipte… Eşler ve sevgililer psikolojik bir soruna doğru adım adım gidiyorlar…  Bunun adı tek kelime ile “obsesif”lik…

Toprak; ana gibi karnından çıkan nimetleri bize sunuyor. Bu; biteviye devam eden bir süreç... Durmadan dinlenmeden Dünya üzerindeki on milyara yaklaşan insan ve diğer canlılar bu sürecin nemalananları, faydalananları. Toprak bize nimetler yanında mecazi anlamda sevgi de veriyor. Sevgi bir açıdan iletişimdir de... Sevgi bulma adına şu adı internet olan dipsiz kuyuya dalarken işte bu nedenle: Aman dikkat!

Bir diğer sorun ise karşında olsa iki laf edemeyecek kadar medeni cesaret fukaralarının “ya tutarsa” misali salladığı yazılar ve yorumlar. Kişiyi gerçekten tanımıyorsanız yanlışlıkla bir “canım” ya da benzeri bir söylemde bulunursanız hele sonuna “sevgiler” aman bir de “öptüm” falan yazarsanız yandınız! Burada gerçekten tanımıyorsanız dedim. Tanıyorsanız size kimse karışamaz…

Bir fotoğrafın altında “ipe sapa” gelmez ve “incir çekirdeğini doldurmaz” otuz kırk yorum biriktirirseniz bence karşınızdaki biraz hafiftir ya da "medeni cesaret fukaralığından" bu yolu seçmiştir.  Bu şekilde davranışlarla ise “incirin çekirdeği” de  zaten dolmayacaktır...

Ancak biraz geriden bu yazıyı bir daha okursanız; kişilerin (kadın ya da erkek fark etmez) kendi “düşünme özgürlüğü” içinde bu çokça yazılanları ne manaya algıladığı ve kendine ne yönden yonttuğunu bilemezsiniz. Buna en kolay tepki olan “o benim kankam” ya da “kardeşim” gibidir” demeye devam etmenizi hararetle tavsiye ederim...

Yeni eşinden ayrılmış bir arkadaşım ve evli bir arkadaşımın başına daha çok kısa bir süre evvel Facebook’tan kaynaklanan büyük sıkıntılar geldi. Bunu burada daha fazla açmayacağım…

Kimileri bana sanala karşı “protest” diyor. Topraktan çıkan madenle, silikonla şu an tuşlarına basmakta olduğum bilgisayar yardımıyla oluşan canlı organizma misali internette; tam 30 sitem var. Çok eski bir bilgisayar uzmanı olmam sebebi ile bunları tek başıma yönetiyorum.

Otuz yıldır bu nimetlerden yararlanarak para kazandım, evlat büyüttüm, yedim içtim "yaşadım". Sanala protest değilim, sanalın değer yargılarımızı törpülemesine ve bizi adım adım sarmasına karşıyım. Bir takım uçuk kaçıkların oluşturduğu bir jargona uymak zorunda olmadığımı düşünüyorum. Dünya’nın (bana göre) en güzel dili olan "Türkçe"yi koruma adına şu “kriptolog” misali yazı yazanlara da karşıyım. Sesli harfleri gece yatarken karnında unutup, seslilere basmayı zaman kaybı sanan ama kelime sonunda bolca mmmmmmmmmmm ve  nnnnnnnnnnnnnn yazanlara da karşıyım.

Bu kadar karşıtlık iyi değil sanki arkadaşlar! Baksanıza adımızı “kıl” a çıkaracaklar…

Ey topraktan olma bilgisayardan doğma internet. Bu lafım sana: Ben internette yalnız değilim. Benden, benim gibi olanlardan daha var. Onlar bana “kıl” demiyor ve onlarla düzgün bir şekilde iletişimde olabiliyorum.  Ancak, ne yazık ki bizden “az” var. Çoğalmalıyız...

Ey internet! Sen benim değer yargılarımı törpüleyemeyeceksin. Ben Türkçeyi Türk Dil Kurumu’nun esasları doğrultusunda kullanacağım. Senin sayende “kriptolog” olmayacağım. Sohbetimi karşılıklı kahve içme tadında yapacağım. Topraktan geldik yine toprağa gideceğiz. Bari giderken bana “topraktan olma bilgisayardan doğma interneti dibine kadar kullandı ama boyun eğmedi” diyecekler.

Buraya kadar okuduysanız bunlar son sözler: Biraz siz de betimleme yapın… Yani tasvirde bulunun işte…

Şu internet olmasaydı o zaman yine etrafınızda bu kadar insan olur muydu? Bunu çok iyi düşünün. Bunu yıllar sonra Facebook’ta bulunan eski okul ve iş arkadaşları, eski sevgililer ve akrabalar için söylemiyorum. Bu bağlamda; ben de Facebook’un gerçekten kendi tanımı olan “sosyal iletişim sitesi” özelliklerini tam olarak ihtiva ettiğini biliyorum, kullanıyorum ve bunu çok da takdir ediyorum.

Çevre için, dost için, arkadaş edinmek için, partner bulma, sevgili bulma, eş bulma için internete gerçekten gereksiminiz yoksa; burası tam size göre…

Tabi bana da…

Bojidar Çipof   4 Ekim 2010