28 Haziran 2010 Pazartesi

ÜÇ AYA SOFYA ve YUNAN MEGALO İDEA'SI


Ülkemiz son günlerde, evvela İsrail’in uluslararası sularda yaptığı saldırı ve sonra da bölücü terör örgütünün eylemleri ile çok yoğun bir gündem altında yaşamaktadır. Bu gelişmeler süregelirken medyada çok satır arası bir haber çıktı. 15 Ağustos 2010’da, Trabzon Sümela Manastırı’nda bir ayin için verilen izinle ilgili olan bu haber şu başlıkla verildi: “Sümela'da ayinin şartları belirlendi.”[1] 

Haberin devamı ise şöyleydi: “Trabzon'un Maçka İlçesi sınırlarında bulunan Sümela Manastırı'nda 15 Ağustos'ta yapılacak ayine, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kısıtlama getirildi. Manastırda düzenlenecek “dini içerikli etkinliğin”, ziyaretçi sirkülâsyonuna engel olmaması, sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla dış avlu kısmında, Valilikçe belirlenecek saatlerde yapılması istendi.”

Hümanist bir bakışla şu denebilir: “Ne güzel bak ülkemizde her dine son derece saygı ve hoşgörü var ve bu bağlamda insanlara istediği yerde ibadet yapma izni veriliyor.

Bunu iyi niyetle diyen ve hakikaten iyi niyet besleyenlerimiz çoktur. Ancak gerçek bu değildir ve adım adım ilerleyen Yunan/Rum “Megali İdea”sı amaçlarınca uygun bir talebe, Devlet organları hümanist bir yaklaşımla izin vermiştir. Aslında, Anadolu’nun birçok yerindeki metruk kiliselerde belli zamanlarda ayinler yapılmakta ve başta Rum Patriği Bartholomeos olmak üzere burada Yunan/Rum din adamları gövde gösterisi yapmaktadır. Ne yazık ki bu ilçelerin, beldelerin başta belediye başkanları olmak üzere yerel mülki erkân da yardımcı olmakta, hatta yanlarında yer alarak bu gövde gösterisine katkıda bulunmaktadırlar. Bu yardımlar turist gelecek ve para kazanılacak adı altında çok yandaş bulmaktadır.

Bu adamlar hiçbir şeyi plansız ve programsız yapmazlar.” Bu deyişi birçok yazıda farklı söylemlerle ifade etmişizdir. Bu makale; “Üç Aya Sofya” gerçeği ve bunun “Megali İdea”daki yeri hakkındadır. Makale okunduğunda, bu metruk alanlarda yapılan ayinlerin “Din ve İman Adına” değil de “İdeolojik” etkinlikler olduğu ve bir planın parçalarının yavaş yavaş yerine getirilmesi olduğu görülecektir.

Komplo teorileri mi üretiliyor? Kesinlikle olmadığına inanabilirsiniz. Türkiye, o kadar ince ayrıntı ve ileriye dönük yatırımlarla karşı karşıya ki… Rum Patrikhanesi’nin, tabi Yunan Hükümeti’nin de Türkiye üzerindeki emelleri çok büyüktür. Komşuluk dostluk sözleri ise sadece söylemseldir. Eylemdeki her nokta, her adım çok büyük titizlikle ve hiçbir ayrıntı göz ardı edilmeksizin değerlendirilmektedir.

Bu arada, yasalarımıza aykırı olan bir husus hakkında gelişmeler var. Yasalarımıza göre; yabancı uyrukluların Sen Sinod üyesi olamayacaklarına karşı bir çözüm getirilmek üzeredir. On iki kişi olan, Rum Patrikhanesi Sen Sinod Meclisi’nin altı üyesi uzun bir zamandır T.C. vatandaşı olmayan kişilerden oluşmaktadır. Ben bu yasadışı yaptırım için 2007 yılında dava açtım. Suç duyurumun ret edilmesi üzerine, bir üst mahkeme olarak Ağır Ceza Mahkemesi’ne gittim. Buradan da ret çıkınca usul gereği numara numara üste çıkarak dosyamı tüm Ağır Ceza Mahkemeleri’nde devam ettirdim. Maalesef bu çabamdan bir sonuç alamadım. Benden sonra eski bir belediye başkanı da aynı şekilde dava açtı ama onun davası da akamete uğradı.

Bu süreçte konuştuğum tüm yetkililer bunun yasalara uygun olmadığını ifade ettiler. Ayrıca birçok Hükümet mensubu da süreçte, bunun doğru olmadığı şeklinde beyanlarda bulundular. Ama adamlar geri adım atmadı ve bildiğini okudu. Altı yabancı üyenin görevine ısrarla son vermediler. Süresi dolanların yerine yine yabancı papazlara görev verdiler. Şimdi bu yasa dışılığa, bu adamları Türk Vatandaşı yaparak son verilecektir. Bu yabancılar Türk Vatandaşlığını aldıkları anda yasal statü sağlanacaktır. Nerede kaldı Batı Trakya’daki soydaşlarımızın hakları? Nerede kaldı seçilmiş Müftülerin hakları? Nerede kaldı mütekabiliyet esası?

Bu işin sonu aslında hiç de iyi değildir. Çünkü bu şekilde, ileride yabancı uyruklu bir metropolitin Rum Patriği olmasının yolu açılacaktır. Buna çok dikkat edilmelidir.

İki noktaya daha dikkat çekmek gereklidir. Dünya’da hiçbir ülkenin anayasasında, (Yunanistan hariç) bir komşu ülke için ilgili madde yoktur.  

Yunanistan bugünkü bildiğimiz coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir ülkedir. Yunanistan; bir AB üyesi olmasına karşın kökten dinci bir ülkedir. Megali İdea’ya göre merkezi İstanbul olan “Büyük Yunanistan”ı kurmak iken bu amaç gerçekleşememiş ve 1814 Filiki Eterya ile başlayıp 1821’de –Yunanlılara göre- hüsranla biten maceradan sonra gelişen bir takım olaylar sonucunda kurulmuş bir ülkedir.

Yunanistan Anayasası’nda belki de başka bir ülkede örneği bulunmayan maddeler bulunur. Bunlardan 3. madde özetle şöyledir: “Yunanistan’ın resmi dini Ortodoksluktur, dinin başı Konstantinopolis’tedir (İstanbul)”

Hakikaten başka hiçbir ülkenin anayasasında böyle bir komşu ülkeyle ilgili madde yoktur ve bu madde hem “bölücülük” hem yayılmacılık içermektedir. Megali İdea’nın söylemlerinin en önemlisi olan, İstanbul’un bir gün mutlaka Helen olacağına işaret olarak, İstanbul için Yunan Anayasası’nda “Konstantinopolis” denmiştir.

Poli” Yunancada “Şehir” anlamındadır. Ama bugün Yunanistan’da “Poli” sadece İstanbul anlamını taşır. Bir kişi “Poli” dediğinde birincil anlam İstanbul’dur. Megali İdea ve Üç Aya Sofya bağlantısına değinmeden son bir noktaya da işaret etmek lazım. Önceki cümlelerde, hiçbir adımın, girişimin boşa yapılmadığına değinirken, ülkemizde maalesef gerçekler ya da yapılanlar bilindiği halde bazı noktaların tam olarak ne anlam ifade ettiği anlaşılamıyor.  Bunlardan bir sentez çıkarılamıyor.

Turist gelecek diye sevinen beldelerimizden birisi olan Ayvalık’taki Ali Bey (Cunda) Adası’nda her sene yapılan “masum” ayinler, aslında masum olmayan etkinliklerdendir. Cunda Adası’nda tarihte Anadolu’da kurulan ilk “Ruhban Okulu”nun kalıntısı vardır. Burası Yunanlılar/Rumlar için çok önemli bir simgedir. Heybeliada Ruhban Okulu’nun daha ortada olmadığı bir tarih diliminde Papaz İkonomos’un, Sarayı kandırarak burada kurduğu bu okulda ilk Türk karşıtı militan papazlar yetiştirilmiştir. Patrik Bartholomeos, aslında (kendi açılarından) çok iyi sürdürdüğü görevinde, Cunda Adası’na da fevkalade önem vermiştir ve burada da bilinen ayinlerini tertiplemeye başlamıştır.

Çok mu komplo teorisi var, senede bir gün ve son derece insani bir ayine izin veriliyor ne var bunda? Bunlar hep birbirine bağlı hususlar ve sentezi de aynı şekilde yapılmalıdır. Patrikhane’nin Sen Sinod Meclisi’nde, Cunda Adası Metropolitliği de var. Denebilir ki, Anadolu’da üzerinde Rumluğun eseri kalmamış yerlerin adına metropolitler zaten var ve bu da onlardan biri…

Aslında hiçbir metropolitlik adı tesadüfen ve öylesine konmamıştır. Hepsinde bir anlam ve ileriye yönelik niyet bulunmaktadır. Hepsinde de bu yerlerin günümüzdeki adları değil eski Bizans adları kullanılmaktadır. Bu bağlamda; Cunda Adası Metropoliti olan metropolit aynı anda, Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu metropolittir ve sembolik makam odası da Heybeliada Ruhban Okulu’nun içindedir. Bu bir tesadüf ise burada yazılanlar komplo teorisidir. Değilse üzerinde çok dikkat edilmesi gereken bir husustur.



ÜÇ AYA SOFYA VE MEGALİ İDEA BAĞLANTISI

Megali İdea; üç kıtada düşlenen Büyük Yunanistan’ı kurma isteğidir ve en büyük istek Anadolu’nun ve Marmara’nın Helenleştirilmesidir. Megali İdea; büyük fikir, büyük ülkü anlamında olup, söylemlerinin en ön plana çıkanı: “Bir gün Üç Aya Sofya’da tekrar ayin başlarsa, Megali İdea gerçekleşecektir” şeklindedir.

Birinci Aya Sofya: MS. 325 yılında İznik’te 1. Hıristiyanlık Konsili yapıldı. Bu konsilde; bu gün Hıristiyanlığın en önemli kararları alındı. Bunların en önemlisi, “Baba, Oğul, Kutsal Ruh” kavramının kabulü oldu. Bugün Hıristiyanlığın en önemli amentüsü o konsilde alınan bu karardır. 1. Aya Sofya İznik’tedir. Şimdi bu konuyu takip edenler ya da arşivleri hatırlayanlar, geçmişte burada Rum Patrikhanesi tarafından birçok ayin yapıldığını anımsayacaklardır. 1. Aya Sofya’da, Bizans sonrası ayin yapılmıştır.

İkinci Aya Sofya: Sümela Manastırı’nın Hıristiyan Dünyası’ndaki bir adı da “Virgin Mary Monastery”dir. (Bakire Meryem Manastırı) Bu manastırın, MS.375’ten sonra inşa edilmeye başlandığı bilinmektedir. Bir manastır ya da külliye şeklinde inşa edilen Hıristiyan dini yapıları, içerisinde birden fazla kilise içerebilir. Bunlar büyük kilise ya da kilisecik (pareklis) olarak yapılmışlardır. Kilise ya da kiliseciklerin hepsi ayrı bir aziz ya da azize adına kutsanırlar. Bu işlem; dini mekânın inşasından sonra yapılan ilk dini törende icra edilir ve o törende kiliseye seçilen aziz ya da azizenin adı verilir. Bu açıklama; Sümela’nın içinde de bir Aya Sofya Kilisesi bulunduğunu ve bunun Sümela adı ile bir kavram kargaşası yaratmadığını vurgulamak adına yapıldı. Bu arada bir ayrıntıyı da atlamamak gereklidir. Trabzon’da günümüzde Aya Sofya Müzesi olarak bilinen başka bir kilise daha vardır. Bu Aya Sofya daha sonraki bir tarihte bölgede egemen olan Komnenos Hanedanı’ndan birinin, İstanbul’daki Aya Sofya’ya rakip olarak yaptırdığı bir kilisedir. Bir coğrafi alanda aynı adı taşıyan birden fazla kiliseler daima olmuştur.

Şimdi, 15 Ağustos’ta Kültür Bakanlığı’nın verdiği izinle tekrar Sümela’da ayin yapılacaktır. Bu iznin kısmi olarak verilmesini iyimser bir bakışla görmek gerekir. Örneğin Efes ve Ayvalık’taki gövde gösterileri örnek alınarak, 15 Ağustos’ta, Sümela için verilen ayin yapma izninin daha temkinli verilmiş olması mümkündür. Yunan Megali İdea’sının “Üç Aya Sofya’da tekrar ayinleri başlatmak” doktrini göz ardı edilmemeli ve zaman zaman ayine açılan bu iki tarihi mekânda, Rum Patrikhanesi tarafından organize edilen ayinler dikkatle izlenmelidir.

Üçüncü Aya Sofya: Bu bildiğimiz, İstanbul’daki Aya Sofya’dır. Burası; MS. 532-537 yılları arasında inşa edilmiştir. Tarihlere bakıldığında tabi ki tarihi değerlilik olarak İznik daha üsttedir. Ancak burası Bizans İmparatorluğu’nun ana kilisesi olarak yüzyıllarca hizmet vermiştir. Tüm Dünya’daki Hıristiyanlar için de büyük önemi vardır. Artık sıra İstanbul’daki Aya Sofya’ya gelmiştir. Burada ayin yapabilmenin koşulları oluşturulmaya çalışılmakta, bunun nasıl bir sempatik sunuşla ortaya konulması düşünülmektedir. Biraz tarihe doğru geri dönersek, Aya Sofya’nın camiden, müzeye dönüştürülmesi sürecinin aslında bazı dış baskılarla da sağlandığı, nerelerden telkinler yapıldığı görülecektir. Camiden, müzeye dönmesi dahi Hıristiyanlar arasında çok fazla sevince sebep olmuştur. Bu konuda, bu dönüşüm tarihlerindeki Yunanistan gazetelerine bakmak da yeterlidir. Bir Yunan kaynağından alınmış “Minaresiz Aya Sofya” sanırım bu “masum” isteği sergilemektedir.

İstanbul’daki Aya Sofya ile ilgili olarak ülkemiz dışında akıl almaz çoklukta yayın, dernek, sivil toplum örgütü ile çok sayıda web sitesi bulunmaktadır. “İdea”nın bu fotoğrafta görüldüğü gibi “minaresiz” bir Aya Sofya’ya tekrar kavuşmak olduğunu bilmemiz gereklidir. Bunu bir komplo teorisi olarak görmemeli ve tehlikeye karşı temkinli hazırlıklı olmalıyız.

Sıra artık 3. Aya Sofya’dadır.





27 Haziran 2010 Pazar

KAVRAMSAL ÇELİŞKİLER


İnsan yaşamının her evresinde devamlı olarak karşısına “kavramlar” çıkar. Bu kavramlar o kadar çoktur ki sayfalara, kitaplara sığmaz. Ağzımıza pelesenk olmuş bazı başlıcalar da şunlardır:

Aşk, mutluluk, sevgi, sevda, umut umutsuzluk, önemseme, tolerans, hoşgörü v.b.

Tabi burada en başta gelen, insansal kavramların çok azı anımsatıldı. İnsansal kavramlardan ayrılıp felsefi kavramlara doğru yol aldığımızda, işte orada biraz durmak gereklidir. Çünkü esas bunlarla, bunların çokluğuyla başa çıkmak mümkün değildir. 

(Buradaki; “Mümkün Olmama” tanımı, bu kavramların sayısal çokluğunu belirtme adına kullanıldı.)

Felsefeye girip çeşitli kavramlarla ilgilenmeye başlanıldığında ise çok sayıda felsefi kavramın arkasında bir “izm” olduğu da görülür. Ortalıkta gezinen bir düşünceye göre; “izm”lerden olabildiğince uzak durmak gerekir. Bu fikir ya da inanç, başta komünizm ve faşizm olmak üzere siyasal kavramlardan oluşan bir tepkidir ve “izm”lerin bir tabu olmasında en önemli etken olarak başta bu iki siyasi kavram gösterilir. Nasıl ki insansal kavramların en bilinenleri yukarıda yazıldıysa o insansal kavramlar diye bildiğimiz kavramlar, aslında felsefi kavramların içindedir ve en önemlileridir.  Bu da kavramların, çoğu kez “Kavram Kargaşası” yaratmasına neden olur.

Aslında “izm”lerden bu denli korkmamak ve önyargılı olmamak gerekir. Yukarıda değinilen ve sözlemi bir zamanlar ürkütücü olanlar dışında “izm”ler de yaşamın bir parçasıdır. Burada örneklemeye başlamak, bu yazının bitmemesine neden olacağından yazar sadece kendince önemsediği iki “izm”den bahsetmektedir.

Bunlardan biri; “Egzistansiyalizm” ya da Türkçe söylemi ile “varoluşçuluk”tur. Çok “ünlü” yazarlar bu “var olma” konusunda “dindışı”  (tanrısız) ve “dinsel(dine bağlı) diye ikiye ayrılmışlar, kafaları daha da karıştırmışlardır. Nedense Camus ve Sartre gibi en bilinen varoluşçular “tanrısız” tanımlamasında olanlardır. Dostoyevski ve Nietzche gibi yine çok tanınan düşünürler bu konuda o kadar kötümser ve umutsuz olmayanlardır. Yakın varoluşçular arasında ve daha yumuşak yaklaşımda olan Milan Kundera’yı da bu arada unutmamak gereklidir.

Bu kavram nedense yazarın yaşamında çok yer tutmaktadır ya da bugüne değin tutmuştur. Özünde “kötümserlik” ve “umutsuzluk” ve hatta “bunaltı” olan “varoluşçuluk” hakkında yazar müspet düşünce ile kendince bir senteze varmaktadır.

Var olmanın” o dayanılmaz hazzını, yaşadığı her anla özümseyen ve var olmasının dahi pozitif bir olgu olduğuna inanan yazar, bu kavrama özel bir önem/anlam yüklemektedir. Bu konuda; çok uzun tümcelerle, ana mevzunun etrafında dolanıp duran ama bir yere varamayan çok kitap okumuş ama yazanlar kafasını karıştıramamış hatta kendisine çok da faydalı olmuşlardır.
Yazar bu yazıyı yazarken dahi “var”dır ve ancak bu suretle bu yazısını size ulaştırmıştır. Hatta yazarın bazı sitelerinde ana meslek olarak şu tek kelimelik bir tanımlama bulunur: “Yaşarım

Burada yazar başka bir noktaya ani bir dalış yaparak, yaşamın ve var olmanın özündeki en önemli kavramlardan biri olan “çelişki”yi bilerek ve isteyerek yapacaktır.

Yaşamın her anında “matematik” vardır. Adı bilim olan her konunun özü zaten matematiktir. Bu bağlamda; yaşamla bağlantılı olarak, bedensel işlevlerimizin hepsi matematiksel birer veridir. Kalp atışı, nabız ve elbette ki nefes... Bunlar; bir matematiksel veri olarak sayı/dakika şekline ölçülen müspet değerlerdir.

Yaşam bir matematiktir diye belirtildi. İnsan vücudunda sayısal değerlerle ölçülen bu yaşamsal veriler durduğunda, yaşam da son bulur. Yaşam matematiksel verilerle ölçülür diye belirtildi. Bu yukarıda belirtilen biyolojik değerlerin, bir de yaş ve yaşama süresi olarak ki bunlar insanın bakış açısından, kendisine daha önemli gelen ve daha da önemli olan olgulardır ve yine matematiksel verilerdir.

Yaşamı salt matematik, salt felsefi ya da insansal kavramla da irdelememek gereklidir. Çünkü yaşam bir bütündür. Yaşam bir var olmadır ve elbette ki yaşam; “yaşamak”tır.

Bu tabi ki kişiye göre değişen bir söylemdir. Kişi nasıl yaşamak istediğini kendi belirler, kendi söylemleriyle ve eylemleriyle ortaya koyar ya da ifade eder. Bu şüphesiz başta maddi imkânlarla, sosyal çevre ve bulunulan konumla ilgili ve bunlarla doğru orantılı bir olgudur. Ve başta maddi olanlar olmak üzere olanaklar tabi ki bunda en önemli faktördür.

Kişinin usunda kendi için uygun gördüğü, yaşamak istediği şekil en azında kendi kendine olan söylemlerinde,  kendine göre değişen ölçeklerde arzu edilen bir yaşam şekli ve var olma biçimi olmalıdır. İstem bazen ütopik, bazen de varılması mümkün olan bir şekildedir. Sonuçta ölçütü ne olursa olsun istem; yaşama ve var olma adına arzu edilenleri tarif edecektir.

Kavramlarla oluşturulan, dönüp duran tümcelerle kafa karıştıran bir yazının sonu…

Bu kavramlar; yaşamınızın vazgeçilmezidir ama yönetmeni olmamalıdır. 

Yaşam kişice yönetilmelidir ve insansal ve felsefi kavramlarla donatılmalı, renklendirilmelidir. Bu renklilik salt kişinin elinde olan bir husustur. Her ne konumda olunursa olunsun, yaşam salt kişinindir. (Bu yazıda “salt” çok kullanıldı, bunun tuzla da bir alakası yoktur.)

Yazının sonunda yazarın yaşamla “ti” geçtiği de düşünülmemelidir. Çünkü yaşamak çok ciddi bir olgudur. Yaşamdan haz almak da bir o kadar önemlidir.

Yaşamın özü ise “sevgi” ve “sevmek”ten ibarettir. Sevgi insansal ve felsefi kavramların içinde en göreceli olanı ve en fazla tanımı olanıdır. “Sevgi” olmadan yaşam bir hiçtir. Etrafımızda, yakınımızda, işimizde, yurdumuzda ve tabi ki ailemizde sevmekle yükümlü olduğumuz çok husus, nokta ve kişi vardır.

Sevgi çeşitliliğinde “çokluk” olmayan, “teklik” arz eden sadece “âşık” olunandır.

Yazının bir yerinde de belirtildiği gibi içerikte çokça “çelişki” bilerek, isteyerek ve düşündürme amaçlı olarak yapılmıştır. Buna gösterilecek “hoşgörü” ise okuyanın yazara göstereceği sevgi ile doğru orantılıdır…


Bojidar Çipof

28 Haziran 2010

11 Haziran 2010 Cuma

RUSLAR RUM PATRİĞİ BARTHOLOMEOS’A MOSKOVA ZİYARETİNDE GERÇEK GÜCÜN NE OLDUĞUNU GÖSTERDİ


Geçtiğimiz günlerin en büyük olayı şüphesiz Filistin’e giden gemilerdi. Daha sonra İran’la ilgili olarak yapılan nükleer oylama gündemdeki bir başka önemli konuydu. İçinde bulunduğumuz jeopolitik durum söz konusu olduğunda elbette ki en sıcak gelişmelerin gündem başı olması da olağandır. Tabi bu arada yurt içinde sürekli derinden sarsıldığımız terör kurbanlarımız için ağlıyoruz.

Ülkemiz için son derece önemli bir konu, bu yoğun gündem arasında çok az yer aldı. Rum Patriği Bartholomeos ve beraberindeki bir grup din adamı ve kişiler Moskova’ya gittiler. Haber niteliği dışında hiç yorumlanmayan bu ziyaret aslında bizim için de fevkalade önemliydi. Ziyaretin, Türkiye’nin önüne sıkça getirilen, Fener Rum Patrikhanesi’nin “Ekümeniklik” talebi ile ilgili olarak göz önüne alınması ve bu doğrultuda irdelenmesi gereklidir.

Ülkemizde konuyla en alakasız olanlar da Ekümeniklik, Heybeliada Ruhban Okulu ve son birkaç yılda gündeme gelen Büyükada Yetimhanesi ile ilgili birkaç şey bilirler. Bunlardan Yetimhane bana göre en son sırada yer alır ve bir hukuk sürecidir. Yetimhane kadar masum olmasa da Heybeliada Ruhban Okulu için de hukuksal ama daha çok idari bir konu olduğunu, Türkiye’nin bu okulun açılmasına engel olmadığını, ancak bir hukuk devleti olan ülkemizdeki, başta Anayasa ve birçok kanun ve tabi ki yönetmeliklerle bağdaşmayan Patrikhane isteklerinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Ekümenizm ise Türkiye için felaketle sonuçlanabilecek sorunlar yaratabilir ve bu hususta çok dikkatli olunmalıdır. Bu üç başlıktan başka, bir de sessiz sedasız yürüyen bir başka nokta ise yabancı uyruklu din adamlarına verilmek istenen Türk Vatandaşlığı konusudur. Rum Patrikhanesi; sadece bu birkaç konu başlığı ile sınırlı olmayıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde baş ağrıtan ve ağrıtmaya devam edecek bir sorunlar yumağıdır.

Tüm Dünya Ortodokslarının liderliğine soyunan, kendini “Evrensel Patrik” saydırmaya çalışan, ancak sayıları bin kişiden biraz fazla kalmış bir “Cemaat Başpapazı” olmaktan öte olmayan patrik; bu konudaki en önemli desteğini şüphesiz Amerika’dan almaktadır. Bu destek; salt ABD ile sınırlı olmayıp tüm AB ülkeleri de patriğe destek olmaktadırlar. Başta ABD olmak üzere Katolik ve Protestan ülkelerin, Ortodoks Rum Patriği’ne neden destek verdikleri önemle sorgulanmalıdır.

Dünya’daki en büyük Ortodoks nüfus Rusya’dadır. Bu nokta, Rusya’nın değişimden önceki pozisyonuna, SSCB dönemi göz önüne alınarak bakıldığında, Ortodoksların yarıdan fazlasının bu coğrafyada bulunduğu görülür. Dünya üzerindeki kendine direk bağlı olan Yunan/Rum nüfusun Ortodokslardaki payı yüzde beşten fazla olmayan Fener Rum Patrikhanesi’nin evrensellik iddiaları dini açıdan mümkün değildir.(1) Patrikhane bu konuda siyasi olarak çok büyük destek görmektedir.

ABD’nin ve AB ülkelerinin desteği elbette ki tek bir sebepten değildir. Bu çok yönlü bir denklemdir. Bu denklemin çok somut, çok belirgin olan bir yönü vardır. Bu; başta ABD olma üzere diğer ülkelerin Rusya’ya karşı olan tavrıdır. Her ne kadar ABD, şu anda Dünya’daki en büyük güç olarak görünse dahi Rusya’nın gücü de tartışılamaz. Bu güçlü ülke komünist dönemde dahi kilisenin gücünü muhafaza etmesini sağlamıştır. Hatta bunun fevkalade farkındadır demek de mümkündür. Dünya’daki en büyük güçlerden biri olan Rusya’nın topraklarında, en yaygın din ya da mezhep Ortodoksluktur ve Dünya Ortodokslarının yarısı bu ülkenin vatandaşıdır. O halde kısaca şunu demek mümkündür: “Rusya güçlüdür ve Rusya’da kilise de çok güçlüdür.”

Fener Rum Patrikhanesi’nin “Biz Ekümeniğiz” söylemleri Rus Kilisesi’nden destek görmez. Bazen oluşan ilişkileri, ziyaretleri hatta dinsel toplantıları bu nedenle çok iyi incelemek ve satır aralarını okumak şarttır. Rusya’nın, Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı olan tutumu; İstanbul’un Fethi’nden de önceye dayanır. Bizans, Rusya’nın gözünde Ortodoksluğa ihanet etmiştir. Tek başına Dünya Ortodokslarını temsil edemez ve bu bağlamda “Evrensel” değildir.

Rusya dışındaki Ortodoks ülkelerin yöneticilerinin İstanbul ziyaretlerinde Patrikhane ziyaretleri ve Patriğin hürmet gösterileri basınımızda çok yer alır. Bu aslında sadece Ortodokslarla sınırlı kalmaz. Katolik ve Protestan çok sayıda devlet adamının da bu “Hürmet” sunma yarışında olduğu da basından gözlemlenir.

İşte bu bağlamda; Putin’in birkaç yıl evvel Türkiye’ye yaptığı ziyaret programında Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etmemesi ve nedenleri çok önemli bir husustur. Rusya; Fener Rum Patrikhanesi ile ilişkiye girmez. Temmuz 2009’da yeni Rus Patriği Kiril’in, İstanbul’da yapılan Ortodoks Birliği Toplantısı’na katılması üzerine Rus Patriği’nin Fener’in Ekümenikliğini tanıdığı şeklinde spekülasyonlar yapıldı. Bu tabi ki kesinlikle doğru bir tespit değildi. Tüm Ortodoksların yöneticilerinin bulunduğu bir toplantı sebebiyle ve yeni seçildiğinden bu yana henüz görmediği başka patriklerin olduğu bir ortamda, Dünya Ortodoks nüfusunun yarısının dini liderinin bulunmasına başka bir anlam yüklemek yanlıştı. Aynı bağlamda ise Rus Patriği’nin bu toplantıda bulunmaması da büyük yanlış olurdu.

Mayıs sonunda Moskova’da tüm Ortodoksların katıldığı bir konsül yapıldı. Bu konsül; bu gün Rusya ve diğer Slav ülkelerinde kullanılan alfabeyi ortaya çıkaran Kiril ve Metodi kardeşlerin de anıldığı güne denk getirildi. Bu alfabenin bir başka yönden de büyük önemi vardır. Panslavizm’in en büyük argümanı “Kiril Alfabesi”dir. Panslavizm’in, tarihsel süreçteki en büyük destekçisi ise sadece Rusya olmuştur. Bulgarların, Osmanlı karşıtı isyanının başlıca kaynağı; Rusya desteğindeki Panslavizm ile birlikte sağlanmıştır.

İşte şimdi bu güçlü kilise ve arkasındaki güçlü devlet tüm Ortodoksları kapsayan büyük bir organizasyonla Moskova’da gövde gösterisi yaptı. Heyetlerin daha alana inmelerinden başlayarak çok büyük bir karşılama oldu. Fener Rum Patriği ve beraberindeki heyet ise daha da görkemli karşılandılar. Bunu birileri Fener Rum Patriği’ne yapılan çok büyük “hürmet” olarak algıladılar. Hürmet elbette ki vardı ama esas olan orada büyük bir “Güç Gösterisi” yapıldığı idi. Bartholomeos, bu güç gösterisi altında gerçekten ezildi. Ülkemizde çıkan haberlerde bu güç ya da gövde gösterisi hiç dikkate alınmadı.

Gezi; baştan sona çok “ezici” bir gövde gösterisi şeklinde gerçekleştirildi. Rusya Devlet Başkanı Medvedev de bu gösteriye katıldı ve görüşmeler oldu. Ziyaret esnasında gerçekleştirilen ancak basında yer almayan bir nokta üzerinde durmak gereklidir. Vladimir Putin; İstanbul’da ayağına gitmediği, ziyaret etmediği Barholomeos ile bir kilisede ve çok ufak bir odada baş başa görüştüler.

Rusların, tören ve gösteri işinde ve görsellik açısından ne kadar başarılı oldukları bilinir. Çarlık döneminden kalma, Dünya’nın en görkemli kiliseleri Rusya’dadır. Rus Patrikhanesi’nin de kullanımına açık olan Kraliyet Sarayı ise şatafat açısından en had safhadadır.

Barholomeos Rusya’da; Rus Kilisesi’nin ve Dünya’daki en büyük Ortodoks topluluğunun gücünü, arkasında “Devlet” olan büyük bir kilise yapılanmasını ve şurada bin kişi kalmış cemaatiyle ve Patrikhane içindeki o mütevazı kilisesi Aya Yorgi ile ne kadar “Evrensel” ve “Ekümenik” olabileceğini çok iyi bir şekilde gördü.





1-Gözde Kılıç Yaşın, dünya üzerindeki 220 milyon Ortodoks insanın sadece binde 1.3’ü üzerinde Fener Rum Patrikhanesi’nin ruhani yetkileri olduğu iddiasında bulunmaktadır. İlgili makale için bkz. Gözde Kılıç Yaşın, “Patrikhane’nin Ekümeniklik İddiası”, Cumhuriyet Strateji, S. 25

3 Haziran 2010 Perşembe

ULUSLARARASI SULARDA BU HUKUK DIŞI OPERASYONU “İRAN” YAPSAYDI NE OLURDU?

Dünya’nın gözü önünde, bir utanç operasyonunu, bir katliamı, bir korsanlığı ve bir soykırım hareketini izledik. Utanç operasyonu; tamamı sivil, kadın ve çocukların da bulunduğu bir gemiye, havadan yapılan operasyonla yapılan askeri harekettir. Sayıları ne kadar olursa olsun ellerinde otomatik silahlar, bombalarla inen ve çok deneyimli oldukları bilinen İsrail komandolarının sivilleri esir alması, bunlara ateş açmasının hiçbir haklı sebebi olamaz. Aktivistlerin elindeki birkaç sopaya karşı, onlara doğrultulan otomatik tüfeklerin tek bir tanımı vardır. “Orantısız Güç.”

Her türlü haberleşmeyi engelleme kabiliyeti olan ender ülkelerden biri olan İsrail’in, operasyonun başında haberleşmeyi kesmemesi ise sadece bir “Gövde Gösterisi”dir. Birazdan değineceğim gibi çok iyi bildiğim bir konu olan “Güvenlik Elektroniği” kapsamında, sonradan kesintiye uğrayan yayının, istenseydi baştan itibaren kesilebileceğini çok iyi biliyorum. Bunun bir başka adı; “Benle uğraşanlar dikkat etsin” anlamındadır. Gemiye havadan inen askerlerin, karşılaştıkları cılız sopalı karşılığı, kendilerine silahlı müdahale yapıldığı safsatası ile geçiştirenlerin yaptıklarına yapılabilecek tek tanım ise; “Katliam”dır.

Başta botlarla yapılan, geminin ele geçiştirilmesi teşebbüsünün, Somalili korsanların yaptıklarında ne farkı var? “Korsanlık” ve “Katliam” uluslararası sularda yapılmıştır ve Dünya’nın var olan hukuki kurallarına, Birleşmiş Milletlerin bu konudaki tüm kararlarına yapılanlar aykırıdır.  Yıllardır Filistin’de, Gazze’de yapılanlar, hem de tüm Dünya’nın gözü önünde yapılanların adına “Soykırım”dan başka ne demek mümkündür? 

Yahudilere, Hitler’in yaptıklarından farklı bir durum mu söz konusudur? Bunun adı sadece ”Soykırım”dır. Maalesef “Hitler Yahudilere iyi yapmış” tarzındaki söylemler de baş göstermeye başladı. Bu tepkisel söylem de elbette hoş değil. Hiçbir insanın soykırıma maruz kalmaya, hiçbir bebek ve çocuk, -tüm akrabaları, Dünya’nın en kötü canileri dahi olsa- aç ve ilaçsız bırakılmaya layık değildir. Bütün kalbimizle, Yahudilerin de bu tür baskı ve zulme maruz kalmamasını dilemeliyiz.

Türkiye ve Türk insanı bunu hak etmedi. Orta Doğu’daki en ılımlı, sınır komşularına ve diğer ülkelere karşı en tarafsız kalmaya, daima yapıcı bir politika izlemeye ve en önemlisi bölgesel barışa en fazla katkıda bulunmaya çalışan Türkiye bunu hak etmedi! Bu faşist, adaletsiz, kan dökücü ülkenin, İsrail’in her sıkıntıya girdiğinde yanında yer alan ve ihtilafı olan ülkelerle, kendi ilişkilerini zora sokmak adına arabuluculuk yapan Türkiye bunu hiç hak etmedi. 

Bari birkaç mil daha bekleselerdi de kendi karasularına girildiğinde bu barbarlığı başlatsalardı! Yayının bir süre kesilmemesi, sonrasında ise tüm iletişim kanallarının devre dışı bırakılması; oyunun evvelce masalarda verilmiş kararları gereğidir. Savaş halinde dahi tutsakların, yaralıların bazı haklarının olduğu ve bunun gerekliliğine de dikkat edilmeden, ölü ve yaralı adlarının dahi alay eder gibi, değişken kaynaklar kullanılarak, insanların en başta ailelerin çelişki içinde bırakılmasına, hiçbir Dünya yasası ama evvela “Vicdan” izin vermez... Yahudi bir kez daha “Vicdan” denen insani duygudan yoksun olduğunu ortaya koymuştur.

Başrolünü Paul Newman’ın oynadığı bir film var. Adı; Exodüs. Bu film Nazi zulmünden kaçan Yahudilerin dramatik öyküsünün filmidir. 1960 yılında “Yahudi” film şirketince insanların vicdanını çok güzel etkileyecek bir şekilde sinemaya uyarlandı. Yahudiler için geçerli olan ”Irksal Ticari Anlayış” uyarınca yapımcı şirket zengin oldu. Her koşulda “Kârlılık” bu ırkın bilinen ve tipik karakteridir.

Otuz yıllık elektronikçiyim. Firmam; Çin malları ve piyasa koşullarına mağlup oldu. Üretimi durdurduğum ve yazı yazmayı daha fazla önemsediğim bir süreçteyim. Bu itibarla burada adım ya da firmam adına bir reklamsal getiri peşinde olmadan, ancak fikri; bilgisinden kaynaklanan biri olduğumu vurgulayarak birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum. Ses cihazlarının yanı sıra bir dönem ve sadece kurumsal yerlere “Dinleme Sistemleri” imal ederek sattım. İmralı’daki mahkeme salonu dâhil çok yerde ürettiğim cihazlar kullanıldı. Şimdi şu noktaların çok önemli olduğuna dikkat etmek istiyorum:

İsrail, Dünya’nın sayılı “Savunma Sanayi” ve “Güvenlik Gereçleri” imalatçılarından biridir. Yaşamı; kendilerine bir saldırı, bir tehdit ve savunma güdüsü olarak gören bir ırktan bahsediyoruz. Bu bir anlamda da “Suçluluk” psikozudur. Devamlı savunma halinde olma güdüsü, tabi farklı durumlardan da olabilir ama “Suçluluk” da bu faktörlerden biridir. İsrail kendilerine yarım asır evvel yapılan soykırımı unutmuş, vicdansız, gözü dönmüş kanlı bir katil görünümündedir. İşte bu ruhsal durum; İsrail’i her türlü savunma teçhizatı ve aparatının üretmeye evvela savunma adına sonra da tipik Yahudi geleneği olan “kâr” peşine sevk etmiştir.

Savunma sanayi kartellerinin de yönlendirmesi sonucu; bu gün evlerde kullanılan ve artık başta Çin gibi Uzak Doğu ülkelerinde üretilen bu elektronik gereçler dışında, çok profesyonel, çok işlevli, ileri teknoloji ürünü “Savunma Sanayi” ve “Güvenlik Gereçleri”nin tek adresi bugün İsrail’dir. Bu tür gereçler, çok yüksek fiyatlarla satılan ürünlerdir ve dolayısı ile çok yüksek karlılık yaratırlar. Amerika endüstrisinin çok önemli bölümüne Yahudilerin egemen olduğu göz önüne alınırsa, onların “Anayurt”larına bu tür ticareti yönlendirmeleri çok doğaldır. Türkiye’de resmi kurumlar dışında satılan, ithal edilen profesyonel manadaki güvenlik gereçlerinin çoğu İsrail menşelidir.

Geçmişte, Amerikan’ın bize vermekten imtina ettiği askeri amaçlı yazılımları İsrail’den temin edebildiğimizi unutmayalım. Başta Amerika olmak üzere dev savunma şirketlerinin neden bir “Heron” yapmadıkları ya da yapamadıklarını da biraz düşünelim. Bizim de şu anda parası ödenmiş dört Heron insansız uçağı olduğu bu olay esnasında ortaya çıktı. Tabi ki parasını ödediğimiz malı teslim alacağız.
İsrail’in, savunma sanayi alanında en büyük müşterilerinden birisi Türkiye’dir. Çok fazla çeşitte askeri ve güvenlik malzemesi İsrail’den satın alınmaktadır. Ulusal güvenlik için çok önemli olan başta yazılım ve gereçlerin, her zaman kendi bünyemizde yapılabilmesi ve de denetlenebilmesi gereklidir. 

Denetlenebilmesindeki kasıt; elektronik olarak bir kötü anda kullanılmak üzere sistemi işlevsiz hale getirebilecek bir yazılımın da yüklü olması olanaksız değildir. Bu ne demektir?  İsrail’le aslında “Savaş Hali” de sayılabilecek sıcak bir temas içindeyiz. Komplo mu üretiyorum? Uydudan tüm seslerimizi dinleyebilen sistemlerin olduğu Dünya’da, aramız açılırsa, Heron ya da başka bir sistem ya da yazılım uydudan gönderilebilecek bir sinyal ile işlevsiz bir hale getirilebilir mi? Elbette getirilebilir. 

Bir yandan da İsrail en büyük müşterisine karşı çok büyük bir haksızlık yapmıştır. Sivil bir toplum örgütünün, bir gemi ile insani yardım taşıması karşısında, elbette ki devlet bir eskort askeri gemi verecek değildi. Burada hükümete biraz haksızlık yapıldığı katindeyim. Ama İsrail de bu işte çok kötü niyetle hareket etmiştir. 1988 yılında, anımsayanlar için FKÖ organizasyonu olarak bir başka gemi olayı daha vardı. Mossad ajanları bu gemiyi Güney Kıbrıs’ta sabote ederek durdurdular. İsrail, bir şekilde Türkiye’ye müracaat ederek bu geminin durdurulmasını dahi isteyebilirdi. Bir sivil toplum kuruluşunu bu bağlar mıydı? Belki kendilerine kararlı ve askeri bir müdahale yapılacağını bilselerdi başka bir yönde hareket edilebilirdi.

İsrail bu operasyonu uluslar arası sularda yaparak ayrıca suçuna suç katmıştır. Ne yazık ki İsrail Dünya’nın şımarık değil “şımartılmış” çocuğudur. Ve Dünya İsrail’in her zamanki insanlık dışı eylemlerine sadece sözsel tepkiler vererek ya da hiç vermeyerek şımartmıştır. Burada çok sayıda BM kararları ve bu kararlara karşı İsrail ihlalleri yazılabilir. Artık bunlardan bıkıldı!

Mahallenin veledi, mahallenin ağabeyine, her gün “Bak ben sana yumruk atarım” derse ve mahallenin ağabeyi buna suskun kalırsa bir gün o “Velet” ağabeyine de vurmaya başlar. Bu gün çirkin Yahudi, ağabeyine, Türkiye’ye yumruk atmıştır. Bir insanlık suçunu kısmen canlı yayında izledik. Bu sayfaları doldurduğum anlarda yaralıların uçakları geldi, insanlardan daha haber yok. Umarım içlerinde “Bunlar militandır, mimlidir” diyerek insanlarımızın bir kısmını alıkoymazlar. Vietnam’da esir düşen ABD askerleri gibi habersiz kalınan insanlarımız olmaz.

Uluslar arası Adalet, İsrail’e karşı da olmalı. Yoksa Dünya’nın kuvvetli/baskın ülkelerinin diline pelesenk olan insan hakları ve diğer tüm söylemler sadece söylem bazında kalmıştır. Adalet tüm insanlığa gerekli, kuvvetlinin ya da yandaşı çok olana mahsus olmamalıdır. Bu gün TBMM’den “Birlik ve Beraberlik” arz eden bir tezkere çıktı. Umarım bu şer durumu; Dünya’nın gözünü, bu şımartılmış ülkeye karşı somut yaptırımlar yapmaya sevk eder.

Bu kadar yazdım! Hani nerede yazının başlığı? 

“ULUSLARARASI SULARDA BU HUKUK DIŞI OPERASYONU “İRAN” YAPSAYDI NE OLURDU?”

Evet, şimdi sıra ona geldi. Ama çok kısa olacak! 

Uluslararası sularda, İsrail’in yaptığı bu yasadışı operasyonu eğer “İRAN” yapmış olsaydı, şu anda eminim ki tüm Dünya ekran başında ve canlı yayında bombalanan bir İran’ı izlemekte olacaktı.



Bojidar Çipof              

3 Haziran 2010