21 Aralık 2009 Pazartesi

"KİN KAPISI" ve "ÇARMIHA GERİLMEK"



Rum Patriği Barholomeos ile ilgili birkaç gündür çıkan haberler var. Uzunca bir süredir içerde siyasilere, akademisyenlere ve medya mensuplarına “şirin” görünmeye çalışırken, bir yandan da içlerindeki kinin hiçbir zaman bitmeyeceğini ortaya koyan bir söylemle Amerikan CBS Televizyonu’na verdiği beyanat tartışılıyor.

Nedir bu beyanatın özeti: Tek cümle ile “Türkiye’de kendini çarmıha gerilmiş hissediyorum” ve devam ediyor “Türkiye’de ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyoruz”.

Bu söylemler ilk değil ve son da olmayacak. Bu hususta yazılacak söylenecek çok söz var. Çıkacak tek sonuç içlerinde saklanan, gizlenen “KİN

Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Grigoris Delavekuras, Fener Rum Patriği Bartholomeos'un Amerikan CBS Televizyonu’na yaptığı açıklamayı "Herkes dikkate almalı" dedi. Bu beklenen ve de bilinen tepkidir.

Yunanistan bu günkü bildiğimiz coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir ülkedir. Yunanistan; bir AB üyesi olmasına karşın kökten dinci bir ülkedir. Megali İdea’ya göre merkezi İstanbul olan “Büyük Yunanistan”ı kurmak iken bu amaç gerçekleşememiş ve 1814 Filiki Eterya ile başlayıp 1821’de –Yunanlılara göre- hüsranla biten maceradan sonra gelişen bir takım olaylar sonucunda kurulmuş bir ülkedir.

Yunanistan Anayasası’nda belki de başka bir ülkede örneği bulunmayan maddeler bulunur. Bunlardan 3. madde özetle şöyledir: “Yunanistan’ın resmi dini Ortodoksluktur, dinin başı Konstantinopolis’tedir (İstanbul)”

1789 Fransız İhtilalı’nı müteakiben, Avrupa’da Yunan hayranlığı ve “Yunancılık” akımı başlamıştır. Bunun tohumlarını atan Giritli bir Yunanlı olan ozan, şair “Rigas Ferreos”tur. Bu militan şair; Avrupa’da zemini hazır olan Yunan hayranlığını çok güzel kullanarak kendine önemli yandaşlar bulmuştur. Bu yandaşların en önemlisi ise şüphesiz Ferreos’tan fevkalade etkilenen ve Yunanlılara methiyeler içeren, lirik şiirler yazmış olan “Lord Bayron”dur. Rigas’ın attığı bu tohumlar meyvelerini kısa sürede vererek ortaya Yunan yandaşı olup Avrupalı soylulardan destek gören çeşitli örgütler yaratmıştır. Bu örgütlerin en önemlisi şüphesiz 1814 yılında Rus Çarı’nın, Odesa kentindeki yazlık sarayında toplanarak kurulan ve “Paramasonik” bir kuruluş olan “Filiki Eterya”dır. Yunan milli ülküsü olan “Megali İdea”ya göre Filiki Eterya; en kısa zamanda askeri örgütlenmesini de tamamlayarak merkezi İstanbul olan bir ihtilal yapmak ve “Büyük Yunanistan”ı oluşturmak amacı ile kurulmuştu.

Uzun zaman bir lider arayışında olan Filiki Eterya; örgütlenmesini sıkıntılı bir şekilde tamamlayabildiğinde artık 1821 yılına gelinmişti. Bu esnada, Rum Patrikhanesi; örgütün silah deposu halini almıştı. Padişah; bu durumu öğrendiğinde derhal Patrikhaneye bir baskın düzenledi ve aramalar esnasında önemli miktarda silahın yanı sıra; eyleme geçildiğinde kullanılmaya hazır çok sayıda sahte yeniçeri giysisi ele geçirildi. Patrik 5.Grigorios şu anda “Kin Kapısı” denen kapı üzerinde asıldı. İşte “Kin Kapısı” Rumlar ve Yunanlılarca sembolleştirildi ve o meşhur fetva verildi: “Bir Osmanlı Padişahı ya da bir Osmanlı veliahdı ya da bir Osmanlı şeyhülislamı burada (kapıda) asılmadıkça burası açılmasın…” . Aradan geçen 187 yıla rağmen bu kapının açılamamasındaki tek etken bu fetvadır. Yunanlı kaynaklardan öğrendiğimize göre; bu kapı ile ilgili özel bir ritüelin bulunduğu ve her patrik olanın, patrik olduğu gece bu kapının arkasında bu özel ritüele göre bir ayin yaparak bu yemini tekrarladığı ortaya konmaktadır.

Günümüzde, Rum Patrikhanesi’ne birçok ülkenin -başta Yunanistan ve ABD- devlet başkanları düzeyinde yapılan tüm ziyaretlerde; ziyaretçi yan kapıdan içeri alınır. Bu kapının açılması yönünde; geçmişte ve günümüzde Türkiye tarafından yapılan talepler ise daima nazikçe reddedilmektedir. O halde bizler de zaman zaman Rum Patrikhanesi tarafından gösterilen “sahte” iyi niyetli söylemlerine karşı şu soruyu onlara doğrultabiliriz: “mademki iyi niyetlisiniz, o halde adı “Kin” olan bu sembolü artık açınız.

Yunanistan’ın başşehri Kontantinopolis’tir” diyen bir milletten bahsediyoruz. İlköğretim yıllarından itibaren çocuklarına Megali İdea’yı aşılayan ve topraklarımızda gözü olan bir milletten bahsediyoruz. Megali İdea emellerinden olan Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümenikliği ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması hususlarında da son derece dikkatli olunmalıdır.
Maalesef; İstanbul’un bir yerinde adı gibi “KİN” dolu bir “KAPI” yüreğimizdeki bir hançer gibi 187 yıldan beri durmaktadır.

Şimdi bu kapının ardındaki kurumun başı da kinini kusmaya alenen başladı. “Türkiye’de kendini çarmıha gerilmiş hissediyorum” Bu devam edecek olan bir söylemin işaretidir.

Bu adamların her sözü her harfi dikkatle incelenmeli, irdelenmelidir. Bu uzun bir süreç için hazırlanmış, tasarlanmış bir söylemin kanımca bir parçasıdır. 1993 yılından 2007 yılına kadar, Bulgar Ortodoks Kiliseleri Vakfı’nda yöneticilik yaptım. Bu süreçte Rum Patrikhanesi ve mensupları hakkında 1996 ve 2002 yıllarında iki dava açtım. 1997 ve 2007 yıllarında bu davaların sonuçları Yargıtay’ca onaylandı ve içtihat halini aldı. 2007 yılındaki karar; bir anlamda “Ekümeniklik” iddialarının çürütülmesi için en önemli dayanak oldu.

13 Haziran 2007 tarihli bu kararın; 26 Haziran’da Anadolu Ajansına düşmesi ile birlikte uzun bir haber maratonu ve uluslararası baskılar başladı. Bu karar hakkında Yunanistan’da ve Dünya Basını’nda da çok haber çıktı. Kararın açıklanmasından bir gün sonra da Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yorgo Kumuçakos’un tepkisi geldi. Yorgo Kumuçakos’un bu tepkisinin ardından; Avrupa Birliği Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Oli Rehn basın açıklamasıyla kararı kınadı, ardından Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni ve daha birçok yabancı siyasetçi de bu karara tepki verdiler. 19-20 Eylül tarihlerinde Ankara’yı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Nicolas Burns, Rum Patrikhanesi’ne geldi ve kendisine Patrikhane hukuk danışmanları tarafından hazırlanan; bu karar hakkındaki yorumları ve ABD Başkanı’ndan istekleri içeren bir dosya verildi. Tabi dosya Bush’un masasına gitti.

Şimdi bu konularda tecrübeli biri olarak şu hususlara dikkat çekmek istiyorum:

Bu beklenen bir dalganın habercisidir ve ardından gelecek olan adımlar vardır. Bu adımların en başta gelecek olanı Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı dış baskılar artmasıdır.

Bu adamlar hiçbir sözü bilinçsiz söylemezler. Uzunca bir süredir kendilerinin ve “hukuk” danışmanlarının ağızlarına pelesenk olan bir söyleme dikkat etmeliyiz.

Biz yaklaşık 2000 yıldır bu topraklardayız” Bunun ardından “Ekümenizm” için önemli bir argüman yaratma isteği vardır. Çünkü Rum Patrikhanesi dini anlamda Ekümenik değildir. Bu tamamen teolojik bir konudur. Çok basit olarak bunun ispatı yapılabilir. Bunu başka bir yazımda ele alacağım. Bu teolojik mesnetten yola çıkıldığında 1. İznik Konsili’nden (M.S. 325) itibaren kesintisiz olarak bu topraklarda faaliyette bulunduklarının altı çizilmek istenmektedir. Bunu da bir başka yazımda ele alacağım çünkü çok önemli bir konudur.

Kesintisizlik durumu 1024 yılında bozulmuştur. 1024 yılında Haçlı Orduları İstanbul’u ele geçirdi ve Bizans 57 yıl boyunca İznik’e sığındı. Ta ki Haçlılar kendi istekleriyle ve taş üstünde taş bırakmadan çekildiklerinde geri geldiler. Tabi Patrikhane de o zaman geri geldi.

Şimdi dikkat! Bu kesintisizlik söylemi üzerine yoğunlaşmak gereklidir. Tipik bir Bizans oyunu devreye girdi. Ben her zaman siyasi erk kimin elinde olursa olsun, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılamayacağını ve esas tehlike olan Ekümenikliğin, bir anlamda Ortodoks halifeliğinin bu topraklar üzerinde kurulamayacağını savunanlardanım. Beş yıl evvel de “okul açılabilir ama!” dendi. Şimdi de aynısı söyleniyor. O “ama”nın içinde yasalar ve yönetmeliklere de uyma şartları var. Zaten o yasalara ve yönetmeliklere uymak isteselerdi YÖK Yasası çıktığında, bu yasaya uymamak için okulu kendileri kapatmaz ya da süresiz tatile almazlardı. Bu konu da maalesef “Türkiye okulu kapattı“ şeklinde söylenmektedir.

Ekümenikliğin kabul edilmesinden bir evvelki adım Ruhban Okulu’nu açtırmaktır. Dikkatli olmalıyız. Dikkatli olmalıyız, çünkü dalga dalga saldırıya uğramaya başladık. Ama endişem yok! Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu saldırılara şerbetlidir.

KİN” dolu bir “KAPI”nın ardındaki o “ses” de kinini artık açıkça kusmaya başladı.

Türkiye’de kendini çarmıha gerilmiş hissediyorum” diyerek başladı.
Uyanık olalım…




15 Aralık 2009 Salı

GURME(LİK) NEDİR?


Kendine gurme diyen çokça kişi ortalıkta dolaşıyor ve doğru olmayan tanımlamalar da kimi sayfalarda yer alıyor.  Gurme denince, nedense akla pahalı yiyecekler tüketen, zevke sefaya düşkün kişiler  akla gelir. Gurmenin burada çok uzun bir tanımını yapmak mümkün…

Ya tek kelime ile özetle denilirse bunun cevabı “tatbilir”dir.

Neden tatbilir de tat sever değil? Bu da sıkça sorulur. Tat sever tanımı içinde zaten tüketen kelimesi var. Tadı seven, yani tüketen kişi o tadın ne olduğunu bilmek durumunda değildir. Bir tadı sevmiştir ve bu sevme ile bağlantılı olarak bir yiyeceği tüketiyordur. Bazılarımızda bu çok vardır. Bir yiyeceği çok sevmek ve devamlı tüketmek…

İşte burada “tatbilir”in farkı ortaya çıkıyor. Tat bilme bir anlamda damağın tatlara duyarlı olması ile mümkündür. Bu genelde, eğitim ya da alışkanlıkla elde edilebileceği gibi kişinin farklı tatlar üzerindeki kendi yetisi ile de doğru orantılıdır.

Gurme üreten değildir. Bu yüzde bir aşçıya ya da şefe gurme demek doğru değildir. O kendi tükettiği yiyecekler üzerinde kendini tatbilir olarak tanımlayabilir, ama aşçı olduğu için gurme olamaz. Çünkü gurme tüketir. Kendisi, dostları, misafirleri için yemek yapar.  Bunları birlikte tüketir, ancak hiçbir suretle ticari amaçla yiyecek üretmez.

Gurme; geliri ile orantılı olarak elbette pahalı yiyecekler de tüketebilir. Istakoz, havyar örneği gibi…

Ancak gurmeliği hiçbir zaman sadece pahalı yiyecekler tüketen kişi olarak tanımlamamak lazımdır. Çok cüzi bir bedelle alınabilen malzemelerle, lezzet yumağı bir sofra hazırlamak mümkündür.

Gurmelikte temel bazı gıdalar öne çıkar. Peynir, et, balık, şarap, zeytinyağı ve diğerleri… Bu saydığım beş gıda türü tüm Dünya’da en öne çıkan gıdalardır.

Et ve balık sonu olmayan çeşitlilikle ve yapım usulleri ile ve de temel gıdalardan olması sebebiyle ana malzemelerdir. Peynir ki o da temel gıdalardan olup genel ve yöresel olarak sonsuz çeşitliliğe sahip ve hatta tüketilmesi bir kültürdür. Peynirde Fransa, Hollanda örneği gibi öne çıkan ve globalleşmiş çeşitlerin yanı sıra her ülkede yöresel olarak sonu olmayan çeşitler bulunur. İşte burada Türkiye’de de çok fazla peynir çeşidi bulunduğu, yöresel olarak bunun katlanarak çoğaldığı ve ayrıca ülkemizin önemli bir süt ve peynir üreticisi olduğu göz ardı edilemez.

Rokfor, gravyer, füme peynir çeşitleri gibi Dünya’da üretilen çok fazla çeşidin yanı sıra, mesela Ezine koyun beyaz peynirimiz, Kars gravyerimiz, Erzincan tulumumuz, otlu, örgülü ve buraya yazamayacağımız kadar çok geleneksel ve yöresel peynirlerimiz var. Yurdumuzda üretilen beyaz peynir, Dünya’nın hiçbir yerinde buradaki lezzette değildir.

Şarap, yine başta Fransa ile anılmakla birlikte bu gün Dünya’nın birçok yerinde çok önemli şarap üreticisi başka ülkeler de vardır. Bizde eski tekelci zihniyetten ilk kendini kurtaran alkollü içecek olan şarap üretimi çok ileri düzeydedir.  Hatta fiyat/lezzet orantısı ile yurdumuzda satın alınan kalite bir şarabın eşdeğerini örneğin Fransa’da birkaç misli bedelle alabilirsiniz. Şarap bir kültürdür. İçimi, sunumu ve elbette ki üretimi de bir kültürdür.

Zeytinyağını sona bıraktım. Bu başta Akdeniz’in, binyıllarca insana sunduğu bir nimettir. Zeytinyağı; sağlıktır, zeytin de sağlıktır ve yurdumuz çok önemli bir zeytin ve dolayısı ile de zeytinyağı üreticisidir. Yurdumuzda çok büyük işletmelerin yanı sıra butik diyebileceğimiz küçük atölyelerde üretilen ve de çok kaliteli olan zeytinyağları vardır. Zeytinyağı için bir kez daha vurgu yapmakta fayda görüyorum. Zeytinyağı sağlıktır.

Eskiden dedemin sabah bardakla zeytinyağı içtiğini anımsarım. Günümüzde zeytinyağı ve hatta tereyağı için sağlıksız diyen de çoktur. Bu sanırım diğer yağ türlerini üretenlerin yanlış yönlendirmesi olmalı. Bu doğru olsaydı dedelerimiz, atalarımız bu ürünleri bu kadar çok tüketmezlerdi. Sevindirici olan; bir zamandır artık insanların özellikle zeytinyağı mucizesini anlamaları ve sızma gibi türlerin tüketiminin artmasıdır.

Bu yukarda sayılan gıda türleri tüm Dünya’ya mal olmuş, yöresel tatlar ve üretimlerle de zenginleşmiş çeşitler. Bunlar gurmenin temel malzemeleridir.

Şimdi bana çok ters gelen “sözde” gurme söylemlerine. Bakıyorsunuz internet üzerinden gurme gıdaları sattığını iddia eden bir firmanın çeşitleri arasında “suşi” de var. Suşi sevmem, ama karşı da değilim. Bu geleneksel bir gıda türüdür ve başta Japonya olmak üzere Uzakdoğu’nun yöresel tadıdır.

Japon bir gurme kendi kültürü dâhilinde, kendi çeşidine suşiyi elbette alacaktır. Ama Türk bir gurmenin (isterse elbette ki tüketsin) suşi örneğinde olduğu gibi başka ülkelerin yöresel gıdalarını gurme kültürü diye dayatmalarını anlamak zordur.

Bir gurme olarak tam da burada; çiğ köftenin, kebap ve pide türlerinin de bizim gurme kültüründe yer almasının doğal olduğunu vurgulamak istiyorum. Buna monşer kılıklı, gurmeliği sosyeteliğe, çok para ile alınan gıdalara bağlayan, konuşmalarında sıkça yabancı kelimeler (başta Fransızca) kullanmaya özen gösteren kimileri  “çok basit” diyeceklerdir. Bu kadar suşiyi yazdık, o sadece bilinen bir örnek, Rus yemeklerini de yazabilirdik.

Aynı bağlamda düşünerek; şarap bir Dünya ürünüdür. Ama rakı ülkemize has bir üründür ve de Dünya'da eşdeğeri yoktur. Yakın ülkelerde, Yunanistan'da "uzo", Bulgaristan'da "mastika" da o ülkelerin yöresel içkileridir.

Gurme; küresel coğrafyada üretilen, temel gıdalar dışında, kendi yöresel tatlarını da bilendir, sevendir koruyandır. 

Bir başka yazıda sanırım çok az bir bütçe ile hazırlanabilecek birkaç tarif de vermek güzel olacaktır.

Lezzetiniz ve huzurunuz bol olsun…


Bojidar Çipof
15 Aralık 2009